28 Şubat 2013 Perşembe

6-Amsterdam-Hollanda


09.08.2011
Amsterdam,
Amsterdam rayların ardında kayboldu, kanalları bir bir geçip Belçika’ya geldik. Bir saat kadar Antwerp’te kaldk. Daha sonra bizi Lille’e (Fransa) götürecek trene aktarma yaptık. Son durak Paris! Fakat öncesinde iki aktarma daha yapacağız. İnterrail herhalde insanın tren değiştirme rekorları kırdığı bir seyahat deneyimi! Geçen kış boyunca Paris’e gitmeyi arzuluyordum, halbuki eskiden gitmeyi çok istediğim bir şehir değildi. Fakat o kış hep istedim hep istedim, şimdi, birkaç saat sonra orada olacağım. Bakalım şairleri, yazarları, ressamları ve nice insanı kendine aşık eden bu şehir benim üzerimde nasıl bir etki bırakacak… Ama bu yazının konusu Amsterdam. Avrupa’nın en renkli şehri. Zevkistanı!
Amsterdam… Anlatmaya nereden başlasam, bilemiyorum. Daha yeni gezilen bir şehri hakkında böyle bir yazı yazmaya başlarken insanın zihninde milyarlarca görüntü, ses, duygu canlanıyor. Tuhaf! Neyse ben coğrafi izlenimlerimden başlayayım. (biliyorum en çok merak edilen bu değil ;) ) Berlin’den trene atlayıp Hollanda’ya girdik.  Dedikleri kadar varmış, Hollanda dümdüz ve yemyeşil! Yol boyunca rayların her iki yanındaki yeşil çayırlarda otlayan o ünlü Hollanda inekleri bizi seyretti J “Evet, öküzü trene baktığı gibi” deyimini yaşamış olduk J
Tabii, kanalları da unutmayayım, durmadan kanalların üzerinden geçtik. Bu kadar bol sulu bir kent daha görmemiştim. Kanallar ve kanallar boyunca yel değirmenleri bize el salladılar. İşte bu güzellikler arasında dolaşa dolaşa Amsterdam Centraal Tren İstasyonu’na girdik. İstasyondan çıktığımızda kendimizi dev bir şehirde bulduk. Şehir gerçekten büyük ve neredeyse her çeşit insanı barındırıyor. “Her çeşit insan” deyip bırakmayacağım bu meseleyi, tabii. Bu insanların nasıl katmanlandığını bütün çıplaklığı ile gördüm. Bu konuya yeniden döneceğim. Şimdi Amsterdam’ın coğrafi yanından devam edeyim. Amsterdam’ın Dam Meydanı’na açılan uzun bir caddesi var, istasyonun hemen karşısından giriliyor. Cadde İstiklal Caddesi’nin neredeyse aynısı. Tek farkı, ara sokaklar yerine kanalların olması. Mimari üslup ile ortadan geçen tramvay konsepti de neredeyse aynı. O cadde boyunca yürürken farkında olmadan kendimi İstiklal Caddesi’nde zannettim.
Tamam bunları bitirdiğime göre Amsterdam’ın en çok ilgi çeken özellikleriyle devam edebilirim. Önce Amsterdam’a teşekkür etmek isterim, tabu olarak zihnimde kök salmış birçok şeyi zihnimin merkezine taşıyıp üzerine yeniden düşünüp sorgulamamı sağladı, tabi burada olanlara tam yeşil ışık yaktığımı söyleyemem. Olanlar? Olanlar… İnsan hazlarına yönelik olan ve birçok ülkede tabu olan (hatta cezası idama varan) her şey bu ülkede serbest! Cinsellik “bütün çıplaklığıyla” ifşa ediliyor. Uyuşturucu oldukça yasal bir şekilde CoffeeShop denilen mekanlaarda satılıyor. Red Light District denilen bölgede hayat kadınları vitrinlerde dans edip müşteri bekliyorlar. Freud Amcamızın insan zihninin dibinde saklanıyor dediği her şey burada yüzeyde, göz önünde. Gizlenmiş, hiç değil! Yanlarında küçük çocukları ile bu mahalleleri gezen aileler görmek beni gerçekten şaşırttı. Onlara göre bunlar “normal”miş. Evet, “normal” burada yeniden tanımlanmış. İnsan bedeni, insan cinselliği burada hiçbir yerde olmadığı kadar normal, ne güzel! 

Ama… Aması var işte. İlk bakışta çok edilebilecek bir özgürlük gibi görünen bu durum, dünyanın her yanından insanların ilgisini çekmesi ve dev bir ekonomi yaratması yüzünden oldukça kötüye kullanıyor gibime geldi. Gördüğüm kadarıyla, “kirli iş” gibi görünen bu işler Hollandalı olmayan yabancılara yaptırılıyor. Koca Amsterdam’da çok çok az Hollandalıya rastladım. Marihuana satan CoffeeShop’ları Hollanda sömürgelerinden gelen siyahi insanlar işletiyor. Red Light District’te gördüğüm bütün hayat kadınları yine başka milletlerden. Restoranlarda ayak işlerini yapanlar yine sömürge vatandaşları, göçmenler… Yöneticiler de genelde Hollandalı. Hollanda vatandaşları burjuva sınıfını ve orta sınıfın üst kesimlerine sığışmışlar, altsıfı ise sömürge vatandaşlarına ve diğer göçmenlere “tahsis edilmiş”. Hollanda çok zengin bir ülke ve bu zenginliğini nasıl koruyacağını biliyor. Zenginliğin dağılımında ise temel işleri yapan emekçilere pek bir şey düşmüyor.
Son olarak şu cinsel devrim meselesinden bahsedeyim. Cinsel tabuları yıkmış olmaları, yabancı ülkelerden insanların ilgisini çekiyor demiştim. Haliyle iş turizme açılınca aşırı çirkinleşiyor. Bu işin ticaretini yapan “uyanık” sayısı artıyor. Cinsellik burada hayatın o kadar içinde ki bir noktadan sonra hem tiksindiriyor hem de yabancılaştırıyor. Cinselliğin normalleşmesi elbette önemlidir, gereklidir. Ama Amsterdam’daki durum normalleşmenin ötesine geçmiş, turistleştirilmiş. Turizme açılan her şey gibi çirkinleşmiş. Bir şeyin normalleşmesi hayat içinde merkezileşmesi değil, hayatı var eden unsurlardan bir tanesi olmasıdır, bence. Cinsellik ancak birbirini seven iki insan arasında ve onlara özel olduğunda güzeldir!
Seks Müzesi-Girişi
Uyuşturucu serbestliği konusuna döneyim. Katıksız bir rasyonalist olduğum için insanı bilincinden, bilinçliliğinden uzaklaştırıp sadece haz ekseninde var olmasına neden olan ve onu bağımlılaştırıp özgür iradesini kısıtlayan her türlü maddeye karşıyım. Özgürlük kavramı her zaman sorgulana gelmiştir. Madde kullanımı da “insan özgürlüğü” kavramını çelişik bir noktaya getiriyor. Uyuşturucu kullanma özgürlüğü olsun deyince, insanı madde bağımlılığına, tutsaklığına teslim ediyorsunuz; kullanma özgürlüğü olmasın deyince, insanın bir davranışı gerçekleştirme özgürlüğünü elinden alıyorsunuz. Ben daha büyük bir tutsaklığa izin vermemek adına ilk seçenekten yanayım. Yine de CoffeeShop'lara bir kere girilebilir, merak edilenler deneyimlenebilir ama en az bir kişinin durumu kontrol edebilmek için (çantaların güvenliği, arkadaş(lar)ın sağ salim eve götürülmesi vs. için) ayık kalması lazım! Ana tezim merak nesnesini deneyimlemeyi reddetmiyor, insan zihnine yeninin girmesine izin verilebilir, kontrol altında tutulduğu müddetçe.
Dediğim gibi kanallar ve yel değirmenleri diyarı Amsterdam, yukarıdaki düşünceleri yeniden sorgulamama yardım etti. Şimdi güzel şehrim Paris’e gidiyorum!
***
Yazımın ekseninde Amsterdam’ın turistik merkezi vardı, maalesef sadece o merkezde dolaşabildik. Bol yeşillikli, gerçek Hollanda mekanlarını göremedik, bir dahaki sefere artık. Amsterdam pahalı bir şehir. Yiyecekten tutun da ulaşıma, müzelere, sergilere girmek ateş pahası. Gezimizin hemen başında çok para harcamak istemediğimiz için pek bir yere girmedik. Van Gogh Müzesi’ni o kadar görmek istememe rağmen oraya gidemedik. Bulabildiğimiz en ucuz hostel 35 Euro idi, düşünün artık J Fakat bir daha gidecek olsam, kampvari hosteller var, şehrin biraz dışında ama güzel ve eğlenceli yerler, onlarda kalırım. Van Gogh, Rembrandt, Anna Frank Müzelerini gezerim. Bir gececik konakladık orada. 
Az vaktimiz oldu, kah yürüdükçe yürüdük, kanalları seyrettik, bazen yağmur yağdı, bazen güneş çıktı, ünlü Hollanda biralarından içtik, bu kadar garabetin arasında tuhaf hissettik, türlü türlü yeni deneyimi cebimize attık, yine düştük yollara… 








Not: Bisikletlerden hiçbir yerde bahsedemedim ama hayatımda bu kadar bisikleti hiçbir yerde görmedim, Amsterdam'da gördüğüm kadar! İki katlı dev bir bisiklet "otoparkı" gördük ve tıka basa bisiklet doluydu. İşe giden takım elbiseli, tayyörlü insanlar bile bisiklet üstündeydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder