09.08.2011
Amsterdam,
Amsterdam rayların ardında kayboldu, kanalları bir bir geçip
Belçika’ya geldik. Bir saat kadar Antwerp’te kaldk. Daha sonra bizi Lille’e (Fransa)
götürecek trene aktarma yaptık. Son durak Paris! Fakat öncesinde iki aktarma
daha yapacağız. İnterrail herhalde insanın tren değiştirme rekorları kırdığı
bir seyahat deneyimi! Geçen kış boyunca Paris’e gitmeyi arzuluyordum, halbuki
eskiden gitmeyi çok istediğim bir şehir değildi. Fakat o kış hep istedim hep
istedim, şimdi, birkaç saat sonra orada olacağım. Bakalım şairleri, yazarları,
ressamları ve nice insanı kendine aşık eden bu şehir benim üzerimde nasıl bir
etki bırakacak… Ama bu yazının konusu Amsterdam. Avrupa’nın en renkli şehri.
Zevkistanı!
Amsterdam… Anlatmaya nereden başlasam, bilemiyorum. Daha
yeni gezilen bir şehri hakkında böyle bir yazı yazmaya başlarken insanın
zihninde milyarlarca görüntü, ses, duygu canlanıyor. Tuhaf! Neyse ben coğrafi
izlenimlerimden başlayayım. (biliyorum en çok merak edilen bu değil ;) ) Berlin’den
trene atlayıp Hollanda’ya girdik. Dedikleri
kadar varmış, Hollanda dümdüz ve yemyeşil! Yol boyunca rayların her iki
yanındaki yeşil çayırlarda otlayan o ünlü Hollanda inekleri bizi seyretti J “Evet, öküzü trene
baktığı gibi” deyimini yaşamış olduk J
Tabii, kanalları da unutmayayım, durmadan kanalların
üzerinden geçtik. Bu kadar bol sulu bir kent daha görmemiştim. Kanallar ve
kanallar boyunca yel değirmenleri bize el salladılar. İşte bu güzellikler
arasında dolaşa dolaşa Amsterdam Centraal Tren İstasyonu’na girdik. İstasyondan
çıktığımızda kendimizi dev bir şehirde bulduk. Şehir gerçekten büyük ve
neredeyse her çeşit insanı barındırıyor. “Her çeşit insan” deyip bırakmayacağım
bu meseleyi, tabii. Bu insanların nasıl katmanlandığını bütün çıplaklığı ile
gördüm. Bu konuya yeniden döneceğim. Şimdi Amsterdam’ın coğrafi yanından devam
edeyim. Amsterdam’ın Dam Meydanı’na açılan uzun bir caddesi var, istasyonun
hemen karşısından giriliyor. Cadde İstiklal Caddesi’nin neredeyse aynısı. Tek
farkı, ara sokaklar yerine kanalların olması. Mimari üslup ile ortadan geçen
tramvay konsepti de neredeyse aynı. O cadde boyunca yürürken farkında olmadan
kendimi İstiklal Caddesi’nde zannettim.
Tamam bunları bitirdiğime göre Amsterdam’ın en çok ilgi
çeken özellikleriyle devam edebilirim. Önce Amsterdam’a teşekkür etmek isterim,
tabu olarak zihnimde kök salmış birçok şeyi zihnimin merkezine taşıyıp üzerine
yeniden düşünüp sorgulamamı sağladı, tabi burada olanlara tam yeşil ışık
yaktığımı söyleyemem. Olanlar? Olanlar… İnsan hazlarına yönelik olan ve birçok
ülkede tabu olan (hatta cezası idama varan) her şey bu ülkede serbest!
Cinsellik “bütün çıplaklığıyla” ifşa ediliyor. Uyuşturucu oldukça yasal bir
şekilde CoffeeShop denilen mekanlaarda satılıyor. Red Light District denilen
bölgede hayat kadınları vitrinlerde dans edip müşteri bekliyorlar. Freud
Amcamızın insan zihninin dibinde saklanıyor dediği her şey burada yüzeyde, göz
önünde. Gizlenmiş, hiç değil! Yanlarında küçük çocukları ile bu mahalleleri
gezen aileler görmek beni gerçekten şaşırttı. Onlara göre bunlar “normal”miş.
Evet, “normal” burada yeniden tanımlanmış. İnsan bedeni, insan cinselliği
burada hiçbir yerde olmadığı kadar normal, ne güzel!
Ama… Aması var işte. İlk
bakışta çok edilebilecek bir özgürlük gibi görünen bu durum, dünyanın her
yanından insanların ilgisini çekmesi ve dev bir ekonomi yaratması yüzünden
oldukça kötüye kullanıyor gibime geldi. Gördüğüm kadarıyla, “kirli iş” gibi
görünen bu işler Hollandalı olmayan yabancılara yaptırılıyor. Koca Amsterdam’da
çok çok az Hollandalıya rastladım. Marihuana satan CoffeeShop’ları Hollanda
sömürgelerinden gelen siyahi insanlar işletiyor. Red Light District’te gördüğüm
bütün hayat kadınları yine başka milletlerden. Restoranlarda ayak işlerini
yapanlar yine sömürge vatandaşları, göçmenler… Yöneticiler de genelde
Hollandalı. Hollanda vatandaşları burjuva sınıfını ve orta sınıfın üst
kesimlerine sığışmışlar, altsıfı ise sömürge vatandaşlarına ve diğer göçmenlere
“tahsis edilmiş”. Hollanda çok zengin bir ülke ve bu zenginliğini nasıl
koruyacağını biliyor. Zenginliğin dağılımında ise temel işleri yapan emekçilere
pek bir şey düşmüyor.
Son olarak şu cinsel devrim meselesinden bahsedeyim. Cinsel
tabuları yıkmış olmaları, yabancı ülkelerden insanların ilgisini çekiyor
demiştim. Haliyle iş turizme açılınca aşırı çirkinleşiyor. Bu işin ticaretini
yapan “uyanık” sayısı artıyor. Cinsellik burada hayatın o kadar içinde ki bir
noktadan sonra hem tiksindiriyor hem de yabancılaştırıyor. Cinselliğin
normalleşmesi elbette önemlidir, gereklidir. Ama Amsterdam’daki durum
normalleşmenin ötesine geçmiş, turistleştirilmiş. Turizme açılan her şey gibi
çirkinleşmiş. Bir şeyin normalleşmesi hayat içinde merkezileşmesi değil, hayatı
var eden unsurlardan bir tanesi olmasıdır, bence. Cinsellik ancak birbirini
seven iki insan arasında ve onlara özel olduğunda güzeldir!
Seks Müzesi-Girişi |
Uyuşturucu serbestliği konusuna döneyim. Katıksız bir
rasyonalist olduğum için insanı bilincinden, bilinçliliğinden uzaklaştırıp
sadece haz ekseninde var olmasına neden olan ve onu bağımlılaştırıp özgür
iradesini kısıtlayan her türlü maddeye karşıyım. Özgürlük kavramı her zaman
sorgulana gelmiştir. Madde kullanımı da “insan özgürlüğü” kavramını çelişik bir
noktaya getiriyor. Uyuşturucu kullanma özgürlüğü olsun deyince, insanı madde
bağımlılığına, tutsaklığına teslim ediyorsunuz; kullanma özgürlüğü olmasın
deyince, insanın bir davranışı gerçekleştirme özgürlüğünü elinden alıyorsunuz.
Ben daha büyük bir tutsaklığa izin vermemek adına ilk seçenekten yanayım. Yine de CoffeeShop'lara bir kere girilebilir, merak edilenler deneyimlenebilir ama en az bir kişinin durumu kontrol edebilmek için (çantaların güvenliği, arkadaş(lar)ın sağ salim eve götürülmesi vs. için) ayık kalması lazım! Ana tezim merak nesnesini deneyimlemeyi reddetmiyor, insan zihnine yeninin girmesine izin verilebilir, kontrol altında tutulduğu müddetçe.
Dediğim gibi kanallar ve yel değirmenleri diyarı Amsterdam,
yukarıdaki düşünceleri yeniden sorgulamama yardım etti. Şimdi güzel şehrim
Paris’e gidiyorum!
***
Yazımın ekseninde Amsterdam’ın turistik merkezi vardı,
maalesef sadece o merkezde dolaşabildik. Bol yeşillikli, gerçek Hollanda
mekanlarını göremedik, bir dahaki sefere artık. Amsterdam pahalı bir şehir.
Yiyecekten tutun da ulaşıma, müzelere, sergilere girmek ateş pahası. Gezimizin
hemen başında çok para harcamak istemediğimiz için pek bir yere girmedik. Van
Gogh Müzesi’ni o kadar görmek istememe rağmen oraya gidemedik. Bulabildiğimiz
en ucuz hostel 35 Euro idi, düşünün artık J
Fakat bir daha gidecek olsam, kampvari hosteller var, şehrin biraz dışında ama
güzel ve eğlenceli yerler, onlarda kalırım. Van Gogh, Rembrandt, Anna Frank
Müzelerini gezerim. Bir gececik konakladık orada.
Az vaktimiz oldu, kah
yürüdükçe yürüdük, kanalları seyrettik, bazen yağmur yağdı, bazen güneş çıktı,
ünlü Hollanda biralarından içtik, bu kadar garabetin arasında tuhaf hissettik,
türlü türlü yeni deneyimi cebimize attık, yine düştük yollara…
Not: Bisikletlerden hiçbir yerde bahsedemedim ama hayatımda bu kadar bisikleti hiçbir yerde görmedim, Amsterdam'da gördüğüm kadar! İki katlı dev bir bisiklet "otoparkı" gördük ve tıka basa bisiklet doluydu. İşe giden takım elbiseli, tayyörlü insanlar bile bisiklet üstündeydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder