Interrail’e çıkmadan önce gezmeyi en çok istediğim şehirlere
mektup yazmıştım. Paris bu şehirlerden biriydi. Oraya gezimi anlatmadan önce,
bu mektubu paylaşmak isterim [siz de yazın tavsiye ederim, böylece hem gitme
arzunuzu tetikliyorsunuz hem de gittiğinizde gördükleriniz ile beklentileriniz
arasındaki farkı görebiliyorsunuz]:
“Paris,
Nazım’dan dinlediğim oldu seni, Hemingway’le (A Moveable
Feast kitabı) sokaklarında dolaştım ve sonra nice şairlerden duydum methini.
Giden dostlarım oldu, yanıp sönen flaşlar oldu, kamera kayıtlarını izledim,
filmlerle yeniden sokaklarına döndüğüm oldu.
Sen ne kadar Paris olsan da, senden öte bir Paris var
insanların zihninde. Modam Bovary’nin Paris’i gibi bu, televizyonun, kağıdın,
kalemin Paris’i…İçinde miskin bir nehir akan, hafif yosun kokulu, biraz burnu
havada bir Paris görmeyi bekliyorum.
Ve bakalım tekmil bütün yazarlarımıza, şairlerimize lirik
yazılar, şiirler yazdın bu şehrin hikmeti neymiş. Eyüboğlu’nu görürüm belki ya
da Nazım Hikmet’i Sen Nehri’ne dalmış memleketini düşünürken. Kimbilir belki
Cemal Süreya, Cahit Sıtkı, Orhan Veli… ve dili Fransızca’ya dönen her şairimiz
bir yaz tatiline çıkmıştır ben oradayken. Serin bir taş bulup üzerine
oturduğumda, hayallerime girerler belki. Fısıldayan rüzgarda şiirlerinin melodilerini
duyarım hatta. Paris’te rüzgar eser mi? Esmez mi? Fikri ilginç geliyor, fazla
idealize etmişiz herhalde Paris’i…
Güzel bir Akdeniz selamı ile geçsin günlerim. Akdeniz
estetiği Paris’e de uğramıştır muhakkak. Ayrı bir güzellik katmıştır ona.
Tanımak, görmek isterim. Paris insanlarını da tanımak isterim, onların
fısıltıları, sırları taşıyacak beni, Paris’in gerçekliğine. Az kalsın
unutuyordum, Victor Hugo’nun referansı ile çalacağım kapını. Az mı eşlik ettik
J. Valjen’a?”
[16.06.2011]
(Video ile işitsel ve görsel olarak yazıyı okumaya hazırlanın :) )
Paris’e ondan keyif almak için gidilir. Ne yaparsan yap, ne
görürsen gör, onu seversin. Ben sevdim,
bir buçuk güncük kalabildik, yetmedi zaman; bir daha gelmek için söz verdim
Paris’e. Amsterdam’dan sonra Antwerp üzerinden Paris’e geçtik, gün
batarken, trenimiz Paris banliyölerini
selamlaya selamlaya Gare du Nord’a girdi.
Banliyölerdeki çirkinlik ve düzensizlik elbette görmeyi
umduğumuz Paris’in resmini çizmiyordu, ama Paris’in yükünü bu banliyölerde
yaşayan insanlar sırtlamıştı bu gerçekti. Maalesef buradaki insanlar, görünmek
istenmeyen Paris’in temsilcileri olarak kalacaklar. Tren çevresindeki duvarlara
çizdikleri grafitilerle bizlere bir şeyler anlatmaya çalışacaklar, biz
anlayamayacağız. Paris’in Sirap’ı.
Trenimiz Gare du Nord’a girdi ve işte artık geçmiş
yüzyılların en büyük emperyalist devletlerinden birinin kalbindeyiz. Üstüne en
çok titrenen, en sevilen, en çok bilinen ve en çok özlenen şehir Paris…
İçimizdeki keşfetme arzusu, bizi gezip görmek için kamçılasa da birer kamçıyı
da yorgunluğumuzdan ve sırtlarımızdaki 10 kiloluk çantalardan yiyorduk. O
yüzden bütün merakımıza rağmen önce kalacağımız otele gitmeye karar verdik.
Biraz uğraşıp oteli bulduk [Bir aranot vermeden geçemeyeceğim, Fransızların
İngilizce konuşmayı reddettiği ve pek yardım sever olmadığı söylense de
İngilizce olarak adres sorduğumuz bir çift, bize adresi söylemekle kalmadılar,
gideceğimiz yere kadar bize eşlik ettiler, gezmenin bir güzelliği de
önyargıları test etme şansı bulmak]. Henüz Paris’i meşhur kılan hiçbir şeyi
ucundan da olsa görmemiştik. Adını bin bir türlü yerde duyduğunuz bir şehrin
içinde olduğunuzu bilmek heyecan verici ve tuhaf!
Akşam otelde biraz dinlendik. Sonra en azından çevremizi
gezelim, yemek yiyecek bir yer bulalım diye dışarı çıktık. La Republique diye
bir mahallede kalıyorduk. Sokaklar pek tenhaydı, açık yer sayısı azdı ve açık
olan yerler bizim için inanılmaz pahalıydı. Bulabildiğimiz en az pahalı yere
geçip yemek yedik. Sonra otele döndük. Yarınki duyu şölenine bedenimizi ve
ruhumuzu hazırlamak için erkenden uyuduk.
***
I. Gün
Ve Paris’e uyanılan bir sabah! Otelden çıkıp Paris’e atılan
bir adım! Solunan Paris havası!
Otelden Paris haritasını aldık. Güneşli güzel bir günün
sabahında Paris’i adımlamaya başladık. Önce Gare de Lyon’a gidip sonraki
seyahat noktamız olan Barselona’ya tren rezervasyonu yaptırmamız gerekiyordu [Interrail
biletiniz olsa da ülkeler arası trenlerde rezervasyon yaptırmanız gerek]. Temiz
ve oldukça düzenli sokak ve caddelerde yürüye yürüye gara gidip işimizi
hallettik. Yol boyunca Paris’in o güzel ve düzenli neo-klasik cepheli evlerine
hayran hayran baktık. III. Napolyon, 1850’lerde Paris’in merkezini tamamen
yıktırıp yeniden inşa ettirir. Caddeler sokaklar genişletilir, düzenli hale
getirilir. Amaç şehri güzelleştirmek gibi görünse de ikinci bir amaç daha
vardır, ordu birliklerinin şehir içinde rahat hareket etmesini sağlamak! Fransa’nın
ilk devlet başkanı ve son monarşı Napolyon, askeri nizamla, Paris’i
güzelleştirmiş. İlginç bir ayrıntı…
Paris’i gezmek için seçtiğimiz yöntem: ayakbüs! Madem her
tarafı güzel bir şehirdeydik, o halde yürüye yürüye gezelim, her yeri diye
kararlaştırdık[tabii metroya para vermek istemememizin de payı vardı J].Elimizdeki haritadan,
Gare de Lyon’dan Sen Nehri’ne en kolay çıkabileceğimiz yolu bulup Sen Nehri
kıyısına indik. 10-15 dakika yürüyüp nehir kıyısına ulaştık, bütün görülecek
güzel yerler nehir kıyısında olduğu için mantıklı bir rota izleyip görmek
istediğimiz çoğu yeri görebilecektik. Sırasıyla Sen Nehri kıyısındaki sahaflar,
Notre Dame Katedrali, Louvre Müzesi, Lüksemburg Bahçesi, Eiffel Kulesi ve
Şanzelize’deki Zafer Takı’nı tek günde görmek niyetindeydik [başka çaremiz
yoktu çünkü önümüzdeki bir hafta boyunca sadece sonraki günümüze Barselona
treninde yer vardı].
Sen Nehri kıyısına gelince beni bir mutluluk kapladı, işte
kafamdaki Paris’in resmi dedim, hoş insanlar her yerde, hallerinden memnun,
mutlu görünüyorlar. Yaşlı amcaların ceplerinde kitaplar gördüm, ilginç geldi. Kafelerde
oturan, yürüyen, duran insanlar hep sakindi, huzurluydu. Hayat burada bütün
güzelliği ile gerçekleşiyor olmalı. En azından Paris merkezi böyle; çeperde tam
tersidir muhakkak.
Artık Sen Nehri boyunca, nehrin rehberliğinde yürüyorduk.
Önce Arap Dünyası Enstitüsü dikkatimizi çekti, ona yakın bir yerde sahafları
gördük, kitapları karıştırdık, vintage eşyalara baktık, kendi kendime güldüm,
demek Türkiye’deki vintage-insanların imalat merkezi bursaydı J
Sonra adını hatırlayamadığım kocaman bir parka geldik,
içinde dev bir botanik bahçesi, bahçede dünyanın her yerinden getirilmiş
bitkiler… Yanında bir hayvanat bahçesi, içinde dünyanın her yerinden getirilmiş
hayvanlar… Birazdan bu izlenimlerin kafamda oluşturduğu tezi belirteceğim.
Bu parkı şöyle bir gezip Notre Dame Katedrali’ne doğru devam
ettik, bu arada Eiffel Kulesi’ni de ucundan görmeye başlamıştık artık. Keyifle
biraz daha yürüyüp o meşhur İle de la Cite’e geldik, nehrin içindeki bu adada
Notre Dame (Meryem Ana) Katedrali var. Gotik katedral’in içine girmeme kararı
aldık [ana hedefimiz Louvre Müzesi’ydi], dışarıdan seyrettik. Quasimodo’nun
çaldığı çanlara bakıp hikayeyi geçirdim aklımdan. Bir dahaki sefere burayı iyi
gezmek lazım, dedim kendi kendime.
Ve sonra biraz daha yürüyüp Louvre Müzesi’ne geldik. O kadar
kocaman bir saraydı ki girişini bulmamız 15 dakikamızı aldık. Aman yarabbi!
Hayatımda böyle bir müze görmemiştim! Dünyanın en büyük sanatçılarının eserleri,
en eski medeniyetlerin kalıntıları, her kıta insanın ellerinden çıkanlar… her
şey ama her şey bu müzedeydi. Bana dünyanın özeti nedir, diye sorsalar, Louvre
Müzesi derim herhalde. Tezim şu: Eski sömürgen Fransa, bütün dünyayı (dünya
varlıklarını) Paris’te toplamaya çalışmış: bütün bitkiler botanik bahçesinde,
bütün hayvanlar hayvanat bahçesinde, bütün insan yapıtları Louvre Müzesi’nde,
dünyanın her yerinden insanlar Paris sokaklarında… Egemen güdüsü bu galiba, her
şeyi kendine yakın yerde toplamak!
Louvre Müzesi harika bir yer, evet, dünyayı buraya meşru
yollarla toplamadıkları aşikar! Türkiye’den kaçırılan eserleri de gördüm, başka
başka yerlerden çalınan binlerce eseri de. Her bir parçanın ayrı ayrı hikayesi
vardır eminim, tek tek dinlemek isterdim hepsini; ömür yetse…
Gördüğüm eserleri tek tek anlatmaya ne mecalim var, ne de
gerek var… İçimi dolduran hisleri anlatayım, sonra siz gidince
hissettiklerinizle kıyaslarsınız. Louvre girince içim korku ve hayretle doldu.
Korku nereden çıktı diyeceksiniz. Sanatın en güçlü haliyle karşı karşıyaydım.
Gördüğüm her eserde (resim, heykel, vs.) zihnime hücum eden düşünceler ve
duygular beni korku dolu bir karmaşaya sürüklediler. O anlarda, düşünülebilecek
her şey zihnimdeydi: ölüm, yaşam, sonsuzluk, sonluluk, dün, bugün, yarın,
ötemizdeki, içimizdeki... Sanatın gücüne hayret ediyor insan!
Saatlerce gezdik Louvre Müzesi’ni, merdivenleri defalarca
indik, çıktık: Afrika, Latin Amerika, Asya, Güneydoğu Asya, Avrupa, Amerika…
Bütün dünya eserlerini görmüş olduk. Karşılaştırmalı antropoloji dersinde
gibiydik. İnsan her kıtada yaşamış, yaşıyor, bulunduğu çevre ile ilişkiye
girmiş ve yaratabildiği en çarpıcı eserleri yaratmış. Yaratmış ve kimi zaman
yarattıklarına tapmış!
“Daha yeni başlamıştık!” hissiyle 5-6 saat sonra müzeden
çıktık, gün batmak üzereydi. Daha meşhurlar meşhuru Eiffel Kulesi vardı, fakat
önce Lüksemburg Bahçesi! Paris’e gidip uzun süre kalacak her insan, en az bir
gününü Lüksemburg Bahçesi’nde geçirmelidir! Bizim için bulması biraz zor oldu
ama sizler Paris’in harika metro ağını kullanarak rahatça gidebilirsiniz, biz
ayakbüs seviyoruz! J
Lüksemburg Bahçesi peyzajı harika yapılmış, müthiş bir park. Güzel bir havuzu
var, havuz çevresine tek tek sandalyeler koyulmuş. Bank değil, sandalye!
İnsanlar oturmuş güzel güzel kitap okuyorlardı. İnsan buraya gelip “hiç yapmalı”.
Oturup hiçbir şey düşünmeden, dinlenmeli.
Lüksembug Bahçesi |
Harita hayat kurtarır! Ara sokaklardan geçe geçe Eiffel
Kulesi’ne doğru gittik; fakat karşısında şarap içip gezimizi kutlamayacaksak,
Eiffel’e gitmenin ne anlamı vardı? Şarap ve bardak aldık, yolumuza devam ettik.
Ve son sokağı da geçip meşhurların meşhuruna ulaştık! Daha önce o kadar çok
görmüştük ki tanıdık bir yerde hissettim kendimi, tepesine çıkma niyetimiz
yoktu, kuleyi boydan görebileceğimiz, Sen Nehri kıyısında bir yerde oturduk.
Güzel güzel şarabımızı içtik, artistik cam kadehlerde değildi ama şarap aynı
şarap J
Eiffel, "Sen" (Nehri) ve ben :) |
Etrafımız inanılmaz derecede turistikti, o yüzden fazla durmadık. Zafer Takı’na
doğru yürüyüşe geçtik, bedenimiz yorulmaya başlamıştı artık. Zafer Takı’na gittik,
fotoğraf çekildik, Şanzelize üzerindeki aşırı lüks mağaza ve mekanlar bize göre
değildi zaten. Oradan metroya atlayıp otelimize döndük, saat gece yarısına
yaklaşıyordu. 100 yıllık Paris metrosu sağolsun, 5-10’da otele geldik. Gün boyu
gördüklerimizle doyacağız sanıp pek bir şey yememiştik, yemek yiyip uyuduk;
Paris’in gecesini görmek ilginç olabilirdi.
II. Gün
Sacre Couer |
Sonraki gün öğleden sonra Barselona’ya trenimiz kalkacaktı,
sabah en azından Sacre Coeur’ü görelim dedik. Bu sefer yürümedik, metroyla
hızlı bir şekilde Sacre Coeur’e geldik. Sacre Coeur(Kutsal Kalp) Bazilikası
bütün Paris’i yukarıdan gören, Hindistan’daki Tac Mahal’i andıran ilginç bir
dini yapı. Oradan Paris’i seyretmek güzel bir deneyimdi. Tabii sırtımızda
interrail çantalarıyla oraya çıkmak durumunda kaldık çünkü ordan sonra
istasyona gidecektik. Kas yaptık herhal. J
Sanatçılarıyla ünlü Montmartre Mahallesi’nde biraz gezip istasyona geçtik. Paris
yolculuğu da böylece bitti.
Sacre Coeur'den Paris ve işportacı ağabeyler |
Paris gezim yarım kaldı. İstediğim gibi Paris’in dokusuna
nüfuz edemedim; öne çıkan yerleri gezebildik sadece, çok az insanla
konuşabildik, ara sokaklardaki kafelere giremedik, girip şarap yudumlayıp
tartışamadık, akordeon dinleyemedik, Paris’in öteki yüzünü bize gösterebilecek
insanlarla arkadaşlık edemedik, yarım kaldı yarım; yarım kalması, gelecekteki
gezilere bir davetiyeydi. Yine döneceğim sana, Paris!
“Paris” adı nereden geliyor diye merak edersinizdir.
Vikipedi’den alıntıdır:
“Paris adını Galya halklarından
Parisii lerden almaktadır. "Paris" aslında Romalıların
"Lutetia" yerine kullandıkları "Civitas Parisiorum"
(Parisiilerin şehri) adının zamanla değişmesi sonucu oluşmuştur. Paris aynı
zamanda şehrin etrafındaki yöreye de ("Parisis") verilen isim
olmuştur. Cormeilles-en-Parisis ve Fontenay-en-Parisis gibi şehirlerin
isimlerinde buna rastlanır. Bu adın kaynağı tam olarak bilinememektedir. Paris
bölgesinde çokça bulunan taş ocaklarına istinaden Galce "kwar" (taş ocağı)
kelimesinden geliyor olabilir. Başka etimolojilerde önerilmiştir. Pierre Hubac
ve Cheikh Anta Diop'a göre, Parisiilerin adı Mısır tanrıçası İsis'ten
gelmektedir çünkü Paris bölgesinde İsis'e adanmış birçok tapınak ya da Eski
Mısır dilinde "per Isis" bulunmaktaydı. Bir efsane de Paris adını
dalgalar altında kalıp denize batan efsanevi Ys şehriyle birlikte anar. Maurice
Druon "Paris de César à Saint Louis" (Sezar'dan St.Louis'ye kadar
Paris) adlı kitabında Paris adının Galce "par" (gemi) sözcüğünden
geldiğini iddia eder. Şekli gemiye benzeyen, su üzerine kurulmuş, geçimini suya
borçlu olan ve ismini de belki sudan almış olan bir şehir. Bir ada olan
Lutèce'in refahı "gemiciler" tarafından sağlanıyordu ve bu
gemicilerin sembolü olan gemi de şehir armasını oluşturmuştur.”
[14 Ağustos 2011’de yazılan defter notlarına 3 Mart
2013’te eklenenlerle oluşturulmuş bir yazı]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder