İkinci yazım, kısa ve
ilginç Eğirdir gezim hakkında olacak. Eğirdir’in ikinci sırada yer almasının
nedeni, en son gezimi oraya yapmış olmam. Evden çıkarken Eğirdir’e gezmeye
gitmek için çıkmamıştım. Isparta’da askerliğe başlayacak kardeşime refakat
etmek maksadıyla yola çıkmıştım. Kardeşimi, Isparta merkezdeki birliğine teslim
ettikten, akşamki otobüs saatine kadar nereleri gezebilirim diye bakındım.
Isparta merkezde gezilecek güzel yerler bulamadım. Ben de şansımı çevre
ilçelerde deneyeyim dedim. Hatay’dan otobüsle gelirken göl ve dağ arasında
sıkışmış Eğirdir ilçesini görüp merak etmiştim. Sabah şafak sökerken göl mistik
bir havaya bürünmüştü. Yeniden ve yavaş yavaş deneyimlenmeliydi!
Eğirdir minibüslerinin
kalktıkları yeri buldum. İlk gelen minibüse atlayıp yola çıktım. Isparta
merkezden Eğirdir’e yol 30 dakika sürüyor. Bilet dört lira.
---
Hava garipti. Kah güneş
çıkıyordu, kah etrafı bulutlar dolduruyordu, kah yağmur yağıyordu ama herhalde
günün galibi güneşti, en çok onu gördüm. Yarım saatlik minibüs yolculuğu
boyunca dışarıyı seyrettim. Toros Dağları bütün heybetleriyle Isparta ovası
çevresini dantel gibi sarmışlar. Bir Akdenizli olarak Torosları Akdeniz
cephesinden denizle birlikte görmeye alışmışım. Şimdi gözümün önünden geçen
heybetli dağlar bana bu yakadan tuhaf görünüyorlar. Ve işte en büyükleri:
Davraz Dağı! 2635 metreymiş. Gördüğüm en büyük dağ herhalde. Doruğu nadiren
görünüyor. Çoğunlukla kar ve bulutla kaplı. Gündüz tanıştığım asker adaylarının
söyledikleri geri geliyor aklıma: ‘Bizi oraya çıkaracaklar. Dört gün orada
kalacağız. Sonra bir hafta!’ Böyle bir dağda bir gece bile kalmak fikri
korkutucu.
Minibüs yavaş yavaş bir
tepeyi tırmanıyor. Yol boyunca tek tük evler var. Evler genelde büyük
tarlaların ortasına yapılmış ve birbirlerinden yalıtılmış duruyorlar. İnsanlar
burada yakınlaşmayı tercih etmemiş herhalde. Ayrıca Toros Dağlarının ördüğü
setlerden olacak bitki örtüsü çok cılız. Tarlalarda ekilmiş ağaçları saymazsak,
neredeyse hiç ağaç yok. Dağlar, tepeler çıplak.
Tepe bitip de minibüs
inişe geçtiğinde hem Eğirdir Gölü hem de Eğirdir ilçesi belirdi. Şehrin hemen
girişinde, yine koca bir dağın eteğinde Komando Okulu var. Sanırım bu küçük
ilçenin ekonomisi de bu okuldaki askerlere dayanıyor, gözlemlediğim kadarıyla
askeri malzeme satan birçok mağaza var (algıda seçicilik de olmuş olabilir).
Şehir merkezine
yetişmeden indim. Göl kenarında ta şehir merkezine kadar giden güzel bir yürüyüş
parkuru olduğunu gördüm. Etrafta kimsecikler yoktu. Daha ilk adımlarımı attığım
anda yağmur çiselemeye başladı. Aldırmadım. Yavaş yavaş yürümeye devam ettim.
Bazen durup gölü seyrettim. Evet, çiseleyen yağmur göle ayrı bir güzellik
katıyor. Yürüdükçe yürüdüm, göl kenarında yapraklarını dökmüş birçok güzel ağaç
vardı. Bu göl kenarında ağaçlara yapraksızlık bile yakışıyordu. Şehir merkezine
kadar kıyıdan ilerledim. Ama şehrin içine girmedim, kıyıdan devam ettim. Bu
arada yağmur durdu, bulutlar birbirlerine darılıp arayı açtılar ve güneş bütün
parlaklığı ile belirdi. Gölün üzerinde güzel bir gökkuşağı belirdi. Şehir
merkezinden gittikçe uzaklaştım, gölü rahat seyredebileceğim bir yer buldum.
Kayaların üzerine çıktım. Sonra gölü ve geniş çerçevede bütün doğayı hayretle
seyre daldım.
Göl’de mavinin ne kadar da çok farklı tonu vardı! Kıyıda berrak
bir mavilik, sonra hafif koyulaşan bir mavilik, sonra birden bire derin bir
koyuluk, sonra yeniden farklı tonlarda açıklaşıp berraklaşmalar, güneş
ışıklarıyla menevişlenen maviler, soluk maviler, göl yüzeyine çöken ince sis
tabakasının buz maviliği... Bir de buna gökyüzünün türlü tonlarda maviliği
eklenince, kendimi bir maviler senfonisinde buldum sandım. “Bu dünyada ne kadar
insan varsa bir o kadar mor” diyor Bedri Rahmi; bence bir o kadar da mavi var.
Belki her su damlası kadar... Güneş yeniden bulutlara teslim olunca bunca
mavinin üzerine bir koyuluk perdesi çekildi. Olsun, yine de mutluydum, doğanın
bir parçası olmuş gibiydim. Ben de mi maviydim? Bilmem. Kafamda, önceki gece
otobüsteyken izlediğim Mustafa Hakkında Her Şey filminin müziği Mor ve Ötesi’nin
‘Hayat’ şarkısı durmadan çalışıyordu (sonra dayanamadım telefondan açtım,
dinledim):
“uğraş didin farklı şeyler yapmak için
üç kişi ya da beş kişi anlar
ve zaman, ve zaman farklı yüzlerle
bazen yanında bazen arkanda”
Doğanın devinimi ile zihnimizde olup bitenler
arasında en azından tek yönlü bir ilişki olduğu aşikar. Gözlerim doğanın bu
güzel ama karamsar görünümünü ve devinimini zihnime sunarken kulaklarım gölün dalgaların
kısık sesini ve uzaklarda çakan şimşeklerin seslerini yine zihnime armağan
etmekle meşguldüler. Durdum, durdum, durdum. Sonra göle doğru sokulan buruna
doğru yürüyüşe geçtim. Şiddetli bir yağmur bastırdı. Oturacak bir yer aradım.
Göl kenarında bulabildiğim tek kafeye geçtim. Sıcak bir kahve içtim. Yağmuru
seyrettim. Ne tarihi ve turistik yerleri ziyaret ettim, ne farklı insanlarla
tanıştım, ne de şehre özgü yemeklerden tattım; burada tanık olduğum doğa
bütünlüğü bana yetti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder