28 Şubat 2013 Perşembe

6-Amsterdam-Hollanda


09.08.2011
Amsterdam,
Amsterdam rayların ardında kayboldu, kanalları bir bir geçip Belçika’ya geldik. Bir saat kadar Antwerp’te kaldk. Daha sonra bizi Lille’e (Fransa) götürecek trene aktarma yaptık. Son durak Paris! Fakat öncesinde iki aktarma daha yapacağız. İnterrail herhalde insanın tren değiştirme rekorları kırdığı bir seyahat deneyimi! Geçen kış boyunca Paris’e gitmeyi arzuluyordum, halbuki eskiden gitmeyi çok istediğim bir şehir değildi. Fakat o kış hep istedim hep istedim, şimdi, birkaç saat sonra orada olacağım. Bakalım şairleri, yazarları, ressamları ve nice insanı kendine aşık eden bu şehir benim üzerimde nasıl bir etki bırakacak… Ama bu yazının konusu Amsterdam. Avrupa’nın en renkli şehri. Zevkistanı!
Amsterdam… Anlatmaya nereden başlasam, bilemiyorum. Daha yeni gezilen bir şehri hakkında böyle bir yazı yazmaya başlarken insanın zihninde milyarlarca görüntü, ses, duygu canlanıyor. Tuhaf! Neyse ben coğrafi izlenimlerimden başlayayım. (biliyorum en çok merak edilen bu değil ;) ) Berlin’den trene atlayıp Hollanda’ya girdik.  Dedikleri kadar varmış, Hollanda dümdüz ve yemyeşil! Yol boyunca rayların her iki yanındaki yeşil çayırlarda otlayan o ünlü Hollanda inekleri bizi seyretti J “Evet, öküzü trene baktığı gibi” deyimini yaşamış olduk J
Tabii, kanalları da unutmayayım, durmadan kanalların üzerinden geçtik. Bu kadar bol sulu bir kent daha görmemiştim. Kanallar ve kanallar boyunca yel değirmenleri bize el salladılar. İşte bu güzellikler arasında dolaşa dolaşa Amsterdam Centraal Tren İstasyonu’na girdik. İstasyondan çıktığımızda kendimizi dev bir şehirde bulduk. Şehir gerçekten büyük ve neredeyse her çeşit insanı barındırıyor. “Her çeşit insan” deyip bırakmayacağım bu meseleyi, tabii. Bu insanların nasıl katmanlandığını bütün çıplaklığı ile gördüm. Bu konuya yeniden döneceğim. Şimdi Amsterdam’ın coğrafi yanından devam edeyim. Amsterdam’ın Dam Meydanı’na açılan uzun bir caddesi var, istasyonun hemen karşısından giriliyor. Cadde İstiklal Caddesi’nin neredeyse aynısı. Tek farkı, ara sokaklar yerine kanalların olması. Mimari üslup ile ortadan geçen tramvay konsepti de neredeyse aynı. O cadde boyunca yürürken farkında olmadan kendimi İstiklal Caddesi’nde zannettim.
Tamam bunları bitirdiğime göre Amsterdam’ın en çok ilgi çeken özellikleriyle devam edebilirim. Önce Amsterdam’a teşekkür etmek isterim, tabu olarak zihnimde kök salmış birçok şeyi zihnimin merkezine taşıyıp üzerine yeniden düşünüp sorgulamamı sağladı, tabi burada olanlara tam yeşil ışık yaktığımı söyleyemem. Olanlar? Olanlar… İnsan hazlarına yönelik olan ve birçok ülkede tabu olan (hatta cezası idama varan) her şey bu ülkede serbest! Cinsellik “bütün çıplaklığıyla” ifşa ediliyor. Uyuşturucu oldukça yasal bir şekilde CoffeeShop denilen mekanlaarda satılıyor. Red Light District denilen bölgede hayat kadınları vitrinlerde dans edip müşteri bekliyorlar. Freud Amcamızın insan zihninin dibinde saklanıyor dediği her şey burada yüzeyde, göz önünde. Gizlenmiş, hiç değil! Yanlarında küçük çocukları ile bu mahalleleri gezen aileler görmek beni gerçekten şaşırttı. Onlara göre bunlar “normal”miş. Evet, “normal” burada yeniden tanımlanmış. İnsan bedeni, insan cinselliği burada hiçbir yerde olmadığı kadar normal, ne güzel! 

Ama… Aması var işte. İlk bakışta çok edilebilecek bir özgürlük gibi görünen bu durum, dünyanın her yanından insanların ilgisini çekmesi ve dev bir ekonomi yaratması yüzünden oldukça kötüye kullanıyor gibime geldi. Gördüğüm kadarıyla, “kirli iş” gibi görünen bu işler Hollandalı olmayan yabancılara yaptırılıyor. Koca Amsterdam’da çok çok az Hollandalıya rastladım. Marihuana satan CoffeeShop’ları Hollanda sömürgelerinden gelen siyahi insanlar işletiyor. Red Light District’te gördüğüm bütün hayat kadınları yine başka milletlerden. Restoranlarda ayak işlerini yapanlar yine sömürge vatandaşları, göçmenler… Yöneticiler de genelde Hollandalı. Hollanda vatandaşları burjuva sınıfını ve orta sınıfın üst kesimlerine sığışmışlar, altsıfı ise sömürge vatandaşlarına ve diğer göçmenlere “tahsis edilmiş”. Hollanda çok zengin bir ülke ve bu zenginliğini nasıl koruyacağını biliyor. Zenginliğin dağılımında ise temel işleri yapan emekçilere pek bir şey düşmüyor.
Son olarak şu cinsel devrim meselesinden bahsedeyim. Cinsel tabuları yıkmış olmaları, yabancı ülkelerden insanların ilgisini çekiyor demiştim. Haliyle iş turizme açılınca aşırı çirkinleşiyor. Bu işin ticaretini yapan “uyanık” sayısı artıyor. Cinsellik burada hayatın o kadar içinde ki bir noktadan sonra hem tiksindiriyor hem de yabancılaştırıyor. Cinselliğin normalleşmesi elbette önemlidir, gereklidir. Ama Amsterdam’daki durum normalleşmenin ötesine geçmiş, turistleştirilmiş. Turizme açılan her şey gibi çirkinleşmiş. Bir şeyin normalleşmesi hayat içinde merkezileşmesi değil, hayatı var eden unsurlardan bir tanesi olmasıdır, bence. Cinsellik ancak birbirini seven iki insan arasında ve onlara özel olduğunda güzeldir!
Seks Müzesi-Girişi
Uyuşturucu serbestliği konusuna döneyim. Katıksız bir rasyonalist olduğum için insanı bilincinden, bilinçliliğinden uzaklaştırıp sadece haz ekseninde var olmasına neden olan ve onu bağımlılaştırıp özgür iradesini kısıtlayan her türlü maddeye karşıyım. Özgürlük kavramı her zaman sorgulana gelmiştir. Madde kullanımı da “insan özgürlüğü” kavramını çelişik bir noktaya getiriyor. Uyuşturucu kullanma özgürlüğü olsun deyince, insanı madde bağımlılığına, tutsaklığına teslim ediyorsunuz; kullanma özgürlüğü olmasın deyince, insanın bir davranışı gerçekleştirme özgürlüğünü elinden alıyorsunuz. Ben daha büyük bir tutsaklığa izin vermemek adına ilk seçenekten yanayım. Yine de CoffeeShop'lara bir kere girilebilir, merak edilenler deneyimlenebilir ama en az bir kişinin durumu kontrol edebilmek için (çantaların güvenliği, arkadaş(lar)ın sağ salim eve götürülmesi vs. için) ayık kalması lazım! Ana tezim merak nesnesini deneyimlemeyi reddetmiyor, insan zihnine yeninin girmesine izin verilebilir, kontrol altında tutulduğu müddetçe.
Dediğim gibi kanallar ve yel değirmenleri diyarı Amsterdam, yukarıdaki düşünceleri yeniden sorgulamama yardım etti. Şimdi güzel şehrim Paris’e gidiyorum!
***
Yazımın ekseninde Amsterdam’ın turistik merkezi vardı, maalesef sadece o merkezde dolaşabildik. Bol yeşillikli, gerçek Hollanda mekanlarını göremedik, bir dahaki sefere artık. Amsterdam pahalı bir şehir. Yiyecekten tutun da ulaşıma, müzelere, sergilere girmek ateş pahası. Gezimizin hemen başında çok para harcamak istemediğimiz için pek bir yere girmedik. Van Gogh Müzesi’ni o kadar görmek istememe rağmen oraya gidemedik. Bulabildiğimiz en ucuz hostel 35 Euro idi, düşünün artık J Fakat bir daha gidecek olsam, kampvari hosteller var, şehrin biraz dışında ama güzel ve eğlenceli yerler, onlarda kalırım. Van Gogh, Rembrandt, Anna Frank Müzelerini gezerim. Bir gececik konakladık orada. 
Az vaktimiz oldu, kah yürüdükçe yürüdük, kanalları seyrettik, bazen yağmur yağdı, bazen güneş çıktı, ünlü Hollanda biralarından içtik, bu kadar garabetin arasında tuhaf hissettik, türlü türlü yeni deneyimi cebimize attık, yine düştük yollara… 








Not: Bisikletlerden hiçbir yerde bahsedemedim ama hayatımda bu kadar bisikleti hiçbir yerde görmedim, Amsterdam'da gördüğüm kadar! İki katlı dev bir bisiklet "otoparkı" gördük ve tıka basa bisiklet doluydu. İşe giden takım elbiseli, tayyörlü insanlar bile bisiklet üstündeydi.

23 Şubat 2013 Cumartesi

5. Berlin-Almanya


Berlin, 6 Ağustos 2011
İnterraile başladık bugün! Sabah 05.04’te Ceske Budojovice’den Prag trenine bindik, oradan da Berlin trenine atladık, Vlata Nehri’nin inanılmaz güzellikleri eşliğinde bir yolculuk sonunda Berlin’e adımımızı attık.
[Yazı 2 bölümden oluşuyor: kendi gezi notlarım ve Berlin’i gezecek olanlara tavsiyeler]
***
Dün çok yorgundum, yazıma devam edemedim. Bundan sonrasını getirebilirim diye tahmin ediyorum. Tuhaf bir bağlamın içine düştüm. Zihnim gördüklerimi işlemekte zorlanıyor, yoruluyor. Yordam konusunda güçlük çekiyorum. Yordamdan kastım, interrail yapma yordamı: Bir şehre gidersin, orada ucuz bir hostel bulursun, eşyalarını oraya koyar gezmeye başlarsın. Bu hostel kısmında takıldım ben. Alışık olmadığımdan herhalde, 12-14 kişilik bir odada kalmak tuhaf geliyor bana. Giren çıkan belli olmuyor, hep bir hareketlilik hali var. Alışmam lazım.
Berlin’e gelince, Berin çokdeğişkenli yönüyle güzel bir metropol. Dikkatimi çeken çok oldu. Hangi birinden başlasam bilemedim. Klasik bir turist bakış açısı ile başlayabilirim. Prag’taki o tek tipli görkemliliğin yerinde, bu şehirde, geçmişten gelen ile yeni yapılan çeşitliliği var. Özellikle mimaride bu durum göze çarpıyor. Alexanderplatz’da koca televizyon binasının biraz ilerisinde gotik katedral, onunları geçince kapitalizm sığınakları cam binalar, sonrasında da tarihi yapılar var.
Bütün bu mekanları bu kadar kısa zamanda nasıl gördüm diye sorulabilir. Bisiklet kiraladık. İyi de ettik. Şehrin her tarafını dolaştık. 10 Euro verdik ama değdi. Şehrin aşağı kısmından başlayıp ta şehir kapısına kadar çıktık. Bir daire çizip kaldığımız hostele geri döndük. Bu arada Karl Marx Sokağı’nda kalıyoruz. İlginç bir tesadüf. Karl Marx demişken Marx ile Engels’in o meşhur heykelini gördük. Tuhaf hissettim. Marx ile Engels’in bizim zihnimizdeki yeri ile Berlin’deki yeri arasında dağlar kadar fark var. Bir parkın sonunda ağaçların arasında öylece duruyorlar. Onları yolda yürüyen Berlinlilerden ayırmak pek kolay değil. Yine de dünya emekçi mücadelesine koydukları katkıların bilincindeymişçesine ve her an başka bir direnişin içine dalacakmış gibi güçlü duruyorlar. Gözleri eski Doğu Almanya’ya bakıyor. Şimdi orada komünizmden yeller esiyor. 
Evet, kapitalizmin kazandığı zafer insanı üzüyor. Berlin’de üzüldüğüm bir durum daha var ki o da gurbetçi olma psikolojisi, varoluşu. Bilindiği üzere, Berlin’de çok kalabalık bir Türkiyeli nüfusu var. Hatta öylesine kiş bazen ara sokaklardan geçerken kendimi Türkiye’de hissediyorum. Tabelalar, bağırışlar, sokaklardaki insan sesleri hep Türkçe. Olaya kendi açımdan bakıp sevinecek değilim, sadece Almanya’daki Türkiyelileri düşünmem yetersiz olur. Dünyanın neresinde olunursa olunsun, insanın sırf para kazanabilmek için normalde yaşadığı, bildiği, sevdiği yerden başka bir yere göç etmesi, özellikle de arada dil problemi, kültür problemi varsa, çok zor, çok acı. Üstelik sevdiğiniz insanlar da geride kalmışlarsa, bu acı katlanılmaz gibime geliyor. Her tarafta bir yabancılık hali, insan çevresindeki yabancılığa da alışır, doğru; ama içi daima buruk kalır, geçmişinde yaşar çoğunlukla, bir de büyük ihtimalle asla gerçekleşmeyecek hayaller kurar. Hayallerini gerçekleştirse, az sayıda şanslı insandan biri olur. Herkesin en mutlu olduğu yerde, sevdiği insanlarla birlikte olabildiği bir ortamda çalışmasını dilerim.
Berlin’de gördüğüm Türkiyelilerin ruhları çekilmişti sanki. Zamanın hızlı hızlı akmasını diliyor gibiydiler, zihinlerindeki hayallere böyle ulaşabileceklerini düşünüyorlardır. Zor, gerçekten zor. Görebildiğim kadarıyla, her yerde olduğu gibi, Almanya’da hayatta kalabilmek için kendi içlerinde bir göçmen kültürü oluşturmuşlar. Yine “ötekiler” ama bu yeni kültürleri dahilinde yaşıyorlar. Tabii bu durum Türkiye’ye döndüklerinde adaptasyon  sorunları yaşamalarına neden oluyor. Onlar gittiğinden beri Türkiye’de kültürel bir değişim-dönüşüm olmuş oluyor ama onlar kafalarındaki eski Türkiye ile geliyorlar… Zor…
Yazıyı bitirmeden önce en çok duygulandığım ve en çok hoşuma giden anı anlatmak isterim. Benim için tuhaf bir film karesi gibiydi. Humboldt Üniversitesi Hukuk Fakültesi hep merak ettiğim bir yerdi, dünya düşünce tarihinin en önemli düşünürlerinin yolu buradan geçmiş, Markx, Engels, Lenin… Onlardan yarım yüzyıl sonra Naziler bu fakülteye gelip bütün kitapları bahçede yakmışlar. Şimdi kitapların yakıldığı yerde bir anıt var. Kitaplar artık yanmaz umarım.
Humboldt Üniversitesi Hukuk Fakültesi Önü
Gün batmak üzereydi. Fakültenin önüne geldik. Durum heybetli binaya uzun uzun baktım. Yaşlı bir amca çok güzel org çalıyordu. Olduğum yerde, üniversite kapısını görebilecek şekilde oturdum. Marx ile Engels’in kapıdan tartışa tartışa çıkışlarını hayal ettim. Dünyayı emekçiden yana dönüştürecek sesler ilk bu binanın duvarlarında yankılandı. Taşların arasında bir yere sinmiştir belki bu devrimci fikirler ki onları daha sonra aynı üniversitede okuyan Lenin işitti, uyguladı, yeni bir dünya yarattı. O da bu kapıdan girdi çıktı, kaldırımlarda oturdu, düşündü bu gökyüzüne bakarak. Bu piyano o zaman da çalıyordu belki, yankılarıdır duyduklarım. Fakat görüntü değişiyor sonra, meydanda bir yangın peyda oluyor, kitapla, düşünceyle beslenip büyüyen dev bir ateş. Eli kanlı Naziler her biri hazine değerindeki kitapları yok ettiler, insanları yok ettikleri gibi. Binalar insanlık tarihinin en önemli anlarına tanıklardır ve Humboldt Üniversitesi, bu tanıklardan en büyüğüdür herhalde.
Berlin turu kafamda bu ve başka düşüncelerle bitti. Şimdi bizi Amsterdam’a götürecek trenin içindeyim, zihnimde farklı yönleri ile bir Berlin izlenimi kaldı, yavaş yavaş diğer düşüncelerimle bütünleşiyor. Berlin için söyleyebileceğim en genel yorum şu olur herhalde: Güzel bir şehir Berlin. Çok düzenli ama belli bir tarihselliğe kök salmış değil. Her şey o ünlü Alman mühendisliği ile en ince ayrıntısına kadar yeniden planlanmış. Bu, şehri gezen için harika bir durum ama bana sorarsanız, ruhu olan bir şehirde tarihsel bir doku, her türlü insan yaşamı kalıntısı, yani sosyal ve tarihsel bir bellek olmalı. Bence bu yüzden İstanbul Berlin’den daha güzel bir şehir. Çok yönlü bir kişiliği ve derin bir belleği var.
Berlin ise 2. Dünya Savaşı ve Nazi Dönemi sınırında dolaşıyor. Müzelerdeki eserler Anadolu’dan, Yunanistan’dan vs. taşınmış hep. Şehri süsleyen heykeller ya Latin ya da Yunan sanat geleneğinin ürünleri. Neyse sonuç olarak Berlin, “şimdi” içinde yaşayan bir şehir. Çelik, beton ve camdan dev bir şehir olarak varlığını sürdürüyor. Ve elindeki olanakları sonuna kadar verimli şekilde kullanıyor. Takdire şayan… İki günlük turumuzu düşünürken mutluyum. Şimdi önümde bir sürü şehir daha var. Umarım hepsi böyle güzel geçer.
-6 Ağustos’ta başladığım bu yazıyı 8 Ağustos’ta bitirdim. (Hollanda’ya giderken, trende, bir yerlerde)
***
Berlin’i gezecek olanlara işlevsel tavsiyeler
08.31’de Prag’tan kalkan tren ile Dresden üzerinden Berlin’e geldik. Berlin’de Hauptbahnhof tren istasyonunda indik. Berlin’in merkezi Alexanderplatz. Bu meydana S-Bahn isimli şehiriçi tren ağı kullanarak ulaşılabilir. Şehiriçi trenler Hauptbahnhof istasyonunun en üst katından kalkıyor. Bilet 2.3 euro. Bir bileti aynı güzergah üzerinde birden fazla defa kullanabiliyorsunuz. Dönmek için kullanamıyorsunuz. [Sürekli olup olmadığından emin değilim ama biz sürekli kullandık.] Alexanderplatz’dan şehrin birçok noktasına tren, metro ve otobüs var. Bizim Taksim gibi. Metrolararası aktarma yapıp gideceğiniz her yere ulaşabiliyorsunuz. Biz Karl Marx Strasse’de bir hostelde kaldık. Alexanderplatz’a gitmek için önce U7 nolu metroya biniyorduk ve Hermannplatz’a gidiyorduk. Oradan U8’e atlayıp Alexanderplatz’a geçiyorduk.
İki seçenekli bir gezi planı önerisi:
Berlin Şehir Kapısı
Fakülte Önündeki Anıt
1.       Bizim yaptığımız gibi bisiklet kiralayıp şehri rahatça turlayabilirsiniz. Şehir dümdüz, zor olmaz. Bisiklet kirası 8-10 euro. Yanınıza harita almayı unutmayın. Tur yönü olarak Alexanderplatz-Berlin Şehir Kapısı arasındaki güzergah  turistik yerlerin görülmesi için uygun. Yol boyunca Televizyon Kulesi, adını bilmediğim bir katedral, hoş bir park [İçinde Karl Marx ve Fredrich Engels’in heykelleri var], müze adası (adada birçok müze var), Berlin Dome, Humboldt Üniversitesi görülebilir. Berlin Dome’un önünden sağa dönüp DDR müzesine girilebilir. Burada bir köprü var ve çok güzel bir nehir geçiyor. Güzel bir mekana geçip soğuk bir Alman birası içilebilir. Çok güzel J Biraz daha ileride Humboldt Üniversitesi Hukuk Fakültesi var, harika bir yapı. Bu fakültenin önünde Naziler kitapları toplatıp yakmışlar. Kitapların yakıldığı yerde ilginç bir anıt var. Yerde, yerin altındaki bir odaya açılan penceremsi bir cam var. 
     Aşağıdaki oda rafları boş bir kütüphane olarak tasarlanmış, gerçekten çok çarpıcı bir eser. Görmeli ve olup bitenleri düşünmeli. Almaca bilen ve Almanca kitap okumayı sevenlere, üniversite önünde Pazar günleri sahaf kuruluyor. Buralar görüldükten sonra şehir kapısına kadar devam edilebilir. Şehir kapısı gün batarken çok heybetli görünüyor. O saatlerde gitmek, oradaki sanatçıları seyretmek, çalan müziği dinlemek ve bolca fotoğraf çektirmek tavsiye edilir. Biz yaptık, hoştu J Kapıdan çıkınca iki seçeneğiniz var. Birincisi sola dönüp biraz yürümek ve solunuzda kalan Holocoust (Soykırım) Müzesi’ne girmek. Oldukça etkileyici bir müze. İkinci seçenek yola dümdüz devam etmek. Yolun iki yanında büyük parklar var, sonda ise büyük bir anıt heykel var. Heykele doğru giderken Berlin Savaşı’nda (2. Dünya savaşı sırasında) hayatını kaybeden askerler askerler için yapılmış anıt görülebilir. Dönüş yolunda, artık nereye dönülecekse, farklı rotalar izlenebilir. Haritaya bakmak lazım ;)






Müze Adası

Müze Adası


Berlin'in Çağdaş Mimarisi

Berlin Duvarı

Adını bilmediğim Sanatçılar Köprüsü


Berlin'de Akşam-Işık Şovu


2.       2. Seçenek bu mekanları yürüyerek ve günlere yayarak sindire sindire gezmek. Bizim beğendiğimiz ve gezmekten keyif aldığımız bir başka yer, sanatçılara tahsis edilmiş Berlin Duvarı kalıntısı oldu. Ostbahnhof’un hemen önünde, nehir kenarında,, süslü bir köprünün yanında. Gece köprü trafiğe kapatılıyor. Köprü sanatçılarla doluyor. Resim, müzik, dans… Saat 10 civarı da nehirde ışık ve havai fişek gösterisi yapılıyor. O saatte orada olursanız, çok güzel bir deneyim yaşarsınız. Pazar günü olduğu için mi öyleydi, yoksa bayram falan mı vardı bilmiyorum ama muazzam bir gün geçirdiydik.

20 Şubat 2013 Çarşamba

İnterrail Yazılarına Başlarken...[İnterrail Yapmak İsteyenlere Öneriler İçerir]


İki yıl önce yapmak istediğim bir şeyi bugünden itibaren yapmaya başlayacağım. Ağustos 2011’de interrail yapma şansımız oldu. Çok güzel bir yirmi gün geçirdik. Deyim yerindeyse, Avrupa’nın önemli şehirlerini karış karış gezdik, yüzlerce yer gördük, değişik değişik insanlarla tanıştık, farklı şeyler hissettik, zihnimizde türlü türlü düşünceler tetiklendi. Kısacası hoş bir deneyim yaşadık.
Avrupa şehirlerini gezip görmek isteyen çok insan vardır. O yüzden “interrail yapmak” nedir onu kısaca açıklayayım. Belki birilerini hareket etmeye teşvik ederim :) Bildiğiniz gibi Avrupa’da inanılmaz bir demirağı var. Avrupa’nın herhangi bir köşesinden yola çıkıp ona en uzak köşeye kadar trenle gidebilme şansınız var. Peki bu kadar çok tren kullanmak çok pahalıya patlamaz mı? İşte interrail bileti sayesinde patlamıyor. 26 yaş altıysanız, 22 günde 10 gün, 10 günde beş gün ya da 30 gün boyunca her gün geçerli tek bir interrail bileti alıp schengen vize bölgesindeki bütün Avrupa ülkelerine girip çıkabiliyorsunuz. Tercih ettiğiniz bilet türüne göre ödeyeceğiniz para değişiyor. Bizim aldığımız bilet 22 gün içinde 10 geçerli olan biletti. Ki gezmek isteyen arkadaşlara en çok tavsiye edeceğim bilet türü bu. 10’da 5 çok kısa, 30 gün geçerli olanı da çok uzun. Sonlara doğru bıkmaya başlayabiliyorsunuz. Neyse devam edeyim, nasıl kullanıldığını anlatmaya. 22 gün içinde 10 gün geçerli biletinizin 10 gününde, bileti bir gün içinde istediğiniz kadar kullanabiliyorsunuz ve, örneğin 12 Ağustos’ta Prag’tan Berlin’e geçtiniz ve aynı gün Hamburg’a ve sonrasında Hannover’e iki trene daha bindiniz, bunların hepsi tek bir seyahat günü içinde sayılıyor ama bir günü aşmaması gerekiyor, aksi takdirde bir gününüz daha gidiyor. Kısacası bütün Avrupa’yı hızlı bir şekilde gezmek için iki şeye ihtiyacınız var: interrail bileti ve schengen vizesi. Bir de size refakat edecek, sizin gibi gezmeyi seven bir ya da iki arkadaş. Tek başına yapanlar da gördüm ama pek eğlenceli olacağını sanmıyorum :) Bu arada biz bileti 249 Euro’ya aldık (bilet parasını nasıl bulduğumuzu aşağıda anlatacağım).  Şimdi fiyatı ne kadar olmuştur bilmiyorum. Bu arada tek ülke içinde geçerli interrail biletleri de var. Mart 2013’te İspanya’yı böyle gezeceğiz. Bakalım :)


Bizim İnterrail turumuz 6 Ağustos 2011’de başladı 22 Ağustos 2011’de bitti. Biz iki kişiydik. Ben ve arkadaşım Gökhan Fırat. Sırasıyla Berlin, Amsterdam, Paris, Barselona, Roma, Floransa, Venedik, Viyana ve Prag’ı [ben fazladan Prag’ı gezdim, Gökhan da Budapeşte’yi] gezdik. 3 ayrı defterime aldığım notları yazanlara fazla müdahale etmeden bu blogta paylaşacağım. Ama önce interrail biletimizi alış sürecimizi anlatmak isterim. Yazının geri kalanı Özlem Hanım’a [Özlem Pansiyon]’a bir özür ve teşekkür yazısı olarak da okunabilir.
İngilizcede güzel bir söz var: “When there is a will, there is a way[to achieve it]” Türkçeye çevirecek olursam, “Niyet, istek olduğunda, bir yol bulunur elbet”. İşte bizim de Gökhanla uzun zamandan beri Avrupa’yı gezme planımız vardı. Planımız ve niyetimiz vardı olmasına ama paramız yoktu maalesef. Zar zor geçinebiliyorken, bir de 249 Euro’luk interrail biletini alacağız da uçak biletine para bulacağız da, nerde... Bu imkansızlığa rağmen gezme arzusuyla yanıp tutuşuyorduk. Tam bu sırada imdadımıza bizim gibi bir gezme aşığı olan Özlem Hanım yetişti. Özlem Hanım’ın Özlem Pansiyon isimli çok güzel bir blogu var (gezmeyi sevenlere evini sürekli açtığı için Özlem Pansiyon lakabını almış diye bir duyum aldım). O da gezi deneyimlerini orada paylaşıyor. Diğer gezginlerle iletişim kuruyor. Herhalde gezginler camiasında onu tanımayan yoktur. İşte Özlem Hanım, blogunda bir gezi yazısı yarışması başlattı. Ben ve arkadaşım Gökhan yazılarımızı yazıp yarışmaya hemen başvurduk. Büyük ödül sanırım 600 Euro’ydu. Konu gezme arzusuydu, ayrıca kazandığımız parayla ne yapacağımızı anlatmamız gerekiyordu. İkimizde yarışmayı kim kazanırsa, ödülü paylaşacağımıza dair sözleştik. Sonra ne mi olduk? Önce ikimiz finalist seçildik. Özlem Hanım, ikimiz de ödülü paylaşacağımızı belirttiğimiz için bizi ikili bir tek finalist yaptı, hatta adımız: Gökhan&Gökhan oldu. Uzatmayayım. Sonunda ikili olarak yarışmanın kazananlarından biri olduk! [yarışma yazılarımızı, bu yazının en altına ekliyorum].Böylece interrail bileti paramız çıktı. Bu nedenle Özlem Hanım’a sonsuz teşekkür borçluyuz. Onun sayesinde arzularımızı gerçekleştirme fırsatı bulduk. Aslında gezilerimizi, interrail dönüşü yazmaya söz vermiştik ama maalesef döner dönmez yoğun olarak çalışmamız gerekiyordu, o yüzden yazamadık. Çok ayıp oldu, umarım bu blog ile bu ayıbı örterim. Özlem Hanım’a şükranlarımı sunuyorum...
Ağustos’un başında tura başlamaya karar verdi. Sonra tesadüf ben temmuz sonunda Çek Cumhuriyeti’ne Üretici Dilbilim Yaz Okulu’na gitmeye karar verdim. Gökhan da aynı tarihte Macaristan’a AB gönüllü kampına gitti. Böylece ikimiz de interrail turu öncesine bir şey eklemiş olduk. Benim yaz okulu ile onun kamp benzer tarihlerde bitti. Onunki biraz daha erken bittiği için yanıma geldi ve Çek Cumhuriyeti’nden (Ceske Budojovice şehrindeydim, önce Prag’a geçtik oradan) Almanya’nın Berin şehrine geçerek turumuza başladık.
 Bu arada minik manevralarla kurtulduğumuz masraflardan da bahsedeyim, gezisever dostlara. Öncelikle öğrenci olduğumuz için okuldan pasaport harcı muafiyet belgesi aldık. Sadece cüzdan bedeli ödeyip 100-150 lira masraftan kurtulduk. Ben Çek Cumhuriyeti’ne eğitim amacıyla gittiğim için 65 Euroluk vize bedelini ödemedim. Gökhan AB kampına gittiği için uçak bileti bedelinin %70’i kampı düzenleyenler tarafından ödendi. Bu da herhalde 200-300 liralık bir masraftan kurtulmak anlamına geliyordu onun için. Yani talih bizden yanaydı. Önceden dediğim gibi When there is a will, there is a way ;
Unutmadan bunu da yazayım. Daha önce hiç yurtdışına çıkmamıştım ve gidiş bana inanılmaz zor geliyordu. Fakat şimdi o kadar kolay geliyor ki! Sırf bu yüzden bile yurtdışına çıkmak gerek!
Neyse artık defterde uyuyan kelimeleri internet denen engin zihne aktarmak zamanıdır!
Özlem Pansiyon’u takip etmek isteyenlere: http://ozlem-pansiyon.blogspot.com/
20 Şubat 2013
Yarışmadaki yazılarımız:
03 Haziran, 2011

Benim Yazım:

İsmim Gökhan Doğru. 22 yaşındayım. Antakya doğumluyum. Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim bölümü dördüncü sınıf öğrencisiyim. Ayrıca Nazım Hikmet Akademisi Edebiyat Bölümü ikinci sınıf öğrencisiyim. Edebiyatla yoğun olarak ilgileniyorum. Okumayı ve yazmayı, gezip görmeyi, gördüklerimi yazmayı çok seviyorum. Bunların dışında dil ve felsefe ile ilgileniyorum, yüksek lisansta dil felsefesi üzerine çalışmayı planlıyorum; yine de bütün etkinliklerimi sadece odaya kapanmak yerine dışarıda dünyayı keşfederek geçiriyorum, böyle geçirmeye devam etmek istiyorum fırsatlar elverdikçe.



Yolların Çağrısına Kulak Vermek

“Gün doğmadan,
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola.
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında,
İçinde bir iş görmenin saadeti,
Gideceksin”


Durmak yoruyor insanı; arzularını köreltiyor, salonumuzda duran ölü biblolardan bir farkımız kalmıyor sonra... Yollar ise yeniliyor, arındırıyor, öğretiyor, zinde tutuyor... Gitmek gerekiyor. Dağlarsa dağlar, denizlerse denizler, medeniyetse medeniyet... “Hürriyete doğru” bir yolculuğa çıkmak, gezmek ve baktığını görmek gerekiyor.

“Gideceksin ırıpların çalkantısında.
Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı;
Sevineceksin.”


Daha on yaşlarında küçük bir çocukken kardeşlerimi, arkadaşlarımı kandırır Antakya’yı çepeçevre saran dağlara çıkardık. En yükseğe ulaşmanın, ayaklarımızın altında uzanan koca şehri seyretmenin heyecanı ve coşkusu ile mutlu olurduk, her tırmanış ve seyir bir sonraki gezinin özlemini doğururdu içimizde, daha o an ve o saniyede. Hani “yollar çağırıyor” diye bir deyim vardır. Odanızda masanıza kurulmuş durgun durgun düşünürken kaynağını bilmediğiniz bir ses kalbinizi titreştirir ve dayanamaz olursunuz dört duvara. İlk önce odanızın kapısı, sonra evinizin, apartmanınızın kapısı bir bir açılır; sokaklar caddeler derken birden kendinizi sizin olan
yollarda bulursunuz, hiçbir yere ait değilsinizdir, keşfedeceğiniz koca bir dünya vardır. Yollar da cömerttir, zaten onların davetlilerisinizdir.

“Ağları silkeledikçe
Deniz gelecek eline pul pul;
Ruhları sustuğu vakit martıların,
Kayalıklardaki mezarlarında,”

İşte geçen yıl Ağustos ayının sonlarında yollara duyduğumuz özlemi yine yoğunlamasına yaşarken ilk büyük gezi projemize başladık en yakın arkadaşımla: Türkiye’de rayların uzandığı her yeri gezecektik. Sonra dünyaya sıra gelecekti. Önce benim memleketimi, Antakya’yı güzelce gezdik (gözümüz arkada kalmasın diye). Sonra Adana’ya geçip rayları takip ettik, trenin uzanamadığı yerlere otobüsle gittik. Üç haftalık harika bir deneyim yaşadık, son trenimiz Haydarpaşa’ya yanaşırken içimizdeki coşkuyla artık sonraki yolculuğumuzun planlarını yapıyorduk. Ne de olsa yolların kopardığı kıyametler nice deneyimlere ve güzelliklere gebeydi:

“Birden
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda.
Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin;
Bayramlar seyranlar mı dersin,
Şenlikler cümbüşler mi?
Gelin alayları, teller, duvaklar,
Donanmalar mı?”


Belki donanmalar değil ama bu yılki planımızda yeni şehirler, yeni yüzler, yeni dünyalar var. Nazım Hikmet’in izinden Prag, Da Vinci’nin izinden Roma, Gaudi’nin izinden Barselona, iki farklı yüzüyle Berlin, sürgün yazarların şehri Paris, kısacası koca Avrupa. Adaşım, arkadaşım ve yoldaşım Gökhan’la bu yaz özgün bir Avrupa turu yapmak istiyoruz raylar üstünde, Avrupa’nın dokusuna nüfuz ederek. Türkiye turunda doldurduğum üç not defterine, yeni on tanesini
daha eklemek istiyorum ben de. İkimiz de başvuracağız bursa, ikimizden birine çıkarsa yarı yarıya paylaşacağız, kalanı da kendimiz tamamlamaya çalışacağız.

Şimdiden duyuluyor yolların çağrısı kulaklarımda içimdeki, yollarda olmak arzusu kabarıyor kabarıyor, bir denize dönüşüyor, artık Orhan Veli’nin “Hürriyete Doğru” şiirinin izinden yollarla özlem gidermek ve hürriyete yönelmek vaktidir!

“Heeey
Ne duruyorsun be, at kendini denize:
Geride bekliyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun, Her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere...”

Gökhan Fırat’ın Yazısı:

İsmim Gökhan Fırat. Trakya Üniversitesi Mütercim Tercümanlık (İngilizce) bölümü üçüncü sınıf öğrencisiyim. Ayrıca amatör tiyatrocu ve amatör fotoğrafçıyım. Görsel sanatlara yoğun bir şekilde ilgi duyuyorum. Edirne’de yönetmenliğini ve metin yazarlığını yaptığım amatör bir tiyatro grubumuz var. Şu ana kadar yazdığım oyunlar kendi grubumuz içerisinde oynandı ve birkaç şehirde turneye çıktı. Bir metin yazarı olarak görmek, hissetmek, tanımak her zaman malzeme sağlamıştır bana. Gezdiğim, gördüğüm yerler, tanıştığım insanlar hep zihnimde yeni oyunlara, yeni senaryolara gebe olmuştur. Bunların yanında ayrıca bisiklet sporuyla da ilgileniyorum. Edirne dümdüz bir şehir olduğu için kendi bisikletimle her yere (okula, çarşıya, pazara, eşe, dosta) bisikletimle gidiyorum. Bunun yanında üyesi olduğum bisiklet topluluklarıyla sürekli olarak uzak yerlere bisiklet turları yapıyoruz.

Arkadaşım ve adaşım Gökhan Doğru ile birlikte geçen sene Tren Tur Kartı alıp üç haftalık bir Türkiye turu yaptık. Bu seneki idealimiz ilk defa yurt dışına çıkmak. İkimiz de bursa başvuruyoruz. İkimizden birine çıkarsa yarı yarıya paylaşacağız. Arkadaşım Gökhan edebiyatla uğraşıyor, öyküler, şiirler yazıyor. Bu gezilerin bize sağladığı en önemli şey bizi beslemesi; yazmamızı ve üretmemizi sağlaması.

Şu an için çektiğim fotoğrafları yayınladığım bir blogum var (http://gokhanfirat.blogspot.com/). Amacım, görsel olarak yaptığım her şeyi burada yayınlamak. Gezdiğim her yerin resmini koymaya çalışıyorum ve temize geçmeyi bekleyen yolculuk notlarım var. Onları da en kısa sürede bloguma koyacağım.

Yollara Özlem

On bir yaşında bir çocuk…

Büyüyen ellerinde küçülen bir torba. Gelen geçen otobüslerde, giden gelen insanlara bir şeyler satmaya çalışıyor: Pişmaniye. ‘Alan da pişman, satan da pişman’ diyor insanlar hep.

İnsanlar Gebze terminaline sadece gitmek için gelirlerdi. İçlerinde kadınlar, erkekler, yaşlılar, çocuklar, her yaştan, her düşünceden, her ırktan, her inançtan ve en önemlisi Türkiye’nin her karışından insanlar taşıyan, mazotla çalışan dört tekerlekli köprüler…

İlk kez o otobüslerde âşık olmuştu, ilk ve son kez gördüğü yaşıtı kızlara. İlk kez o otobüslerde Kars peynirinin kokusunu almış, Hatay’a özgü kıyafetleri görmüş, tatile giden insanların nasıl giyindiklerine şahit olmuştu…

Orası Gebze Otobüs Terminali’ydi: Herkesin gitmek için geldiği yer… Orası Türkiye’nin kalbiydi onun için. Memleketine gitmek isteyen hemen hemen herkes onun gözetiminden geçmek zorundaydı. Onun o meraklı gözlerine takılmadan geçen kimse olmazdı.

Herkesin gitmek için geldiği yerde sabit durmak zordu. Tüm o otobüslere binip bir yerlere giden insanları görüp de yerinde durmak kolay değildi. O yaştaki bir çocuğun en büyük merakı olmuştu. ‘Nereye gidiyor bu insanlar’ ‘Gittikleri yerde ne yapacaklar’ ‘İzmir, Ankara, Erzurum, Hatay, Mersin, Denizli nasıl yerler?’ Hep bu sorularla dolu gözleri akşam kapağında ise beyninde cevaplanıyordu tüm bu sorular:

‘İzmir, çiçeklerle dolu, deniz kokan bir yerdir. Çünkü İzmir otobüslerindekilerin çoğu deniz kokuyordu.’

‘Ankara, insanlarla dolu siyaset kokan bir yerdir. Çünkü hep resmi kıyafetler giyen, ellerinde iş çantaları olan, asık suratlı, ciddi insanlar vardı Ankara otobüslerinde.’

‘Hatay’da güneş hep en tepede duruyor olmalıydı. Herkes esmerdi, hatta Arapça konuşuyorlardı.’

İşte hep o otobüslerde bir yere giden insan olmak istiyordu. Bir amacı olmak zorunda değildi, sadece bir yere gitmek istiyordu. Yıllarca baktığı o insanlar gibi olmak istiyordu.

Belki oradayken bir yerlere gidemedi o çocuk. Ama orası, o çocuk için özgürlüğün başladığı yer olmuştu adeta. Özgürlük, hareket etmek olmuştu onun için. Durduğu anda esir olacakmış gibi hissediyordu hep.

Her geçen yıl özlemi daha da artıyordu o dört tekerlekli taşıyıcılara karşı. 18 yaşında genç bir delikanlı olmuş, üniversiteyi başka bir şehirde kazanmış, herkesin gitmek için geldiği yere uğramış, kendi istediği bir yere hareket etmişti. Gitmek ne güzel şeymiş!

İşte o günden sonra, o çocuk hep gitti. Gebze’den banliyo trenine binip İstanbul’a gitti, o tarihi şehri adım adım, karış karış gezdi, köprülere çıkıp İstanbul’u kokladı gözleri kapalı. Vapura atlayıp Bursa’ya gitti, tophaneye çıkıp Bursa’yı gözlerinin altına aldı.

Ama o, daha uzaklara gitmek istiyordu. O otobüslerde gördüğü ve iki dakikalığına âşık olduğu kızları görmek, Kars peynirinin tadına bakmak, Hatay’ın insanlarıyla tanışmak, Erzurum’un soğuğunu hissetmek istiyordu.

Yıllarca rüyalarında gördüğü o suratları, kokusunu aldığı o şeyleri, resmini çizdiği o şehirleri görmek zamanı gelmişti artık. 2010 Ağustos’u artık özgürlüğe koşmanın zamanıydı. En yakın ark-adaşı, adaşı da onun gibi hayaller kuruyordu. Dört tekerlekli, kırk dört koltuklu insan taşıyıcısına atladığı gibi Hatay’a gitti.

Sadece otobüs değildi onun hayallerini süsleyen. İnsanları bir yerlere götüren her şeye karşı büyük bir özlem duyuyordu. Trene binmek gerekti. Trenle Adana, Antep, Mersin, Eskişehir, Ankara, Konya, İzmir, Denizli, Aydın’a gitti… Yetmiyordu, bir türlü doymuyordu. Tren nereye giderse oraya gitmek istiyordu. Ve o tren, o bilmem kaç tekerlekli, bilmem kaç koltuklu ray-üstü insan taşıyıcısı bir yere kadar gidiyordu hep.

Yetmiyordu. Daha uzağa gitmek gerekliydi. Dünyada daha fazla insan vardı konuşacak. Daha fazla koku vardı koklayacak. Artık rüyalarında farklı resimler çiziyor, farklı senaryolar yazıyordu. Hiç tanımadığı insanlar, İngilizce, Almanca, Fransızca konuşuyordu onunla. Artık uçmak da istiyordu. Göklerden aşağıya bakmak, inince yukarıya bakmayı arzuluyordu.

Tıpkı on bir yaşında, elinde bir torba ‘hayırlı yolcuklar abi’ diyen o çocuk gibiydi yine…

Yirmi iki yaşında bir çocuk… Büyümüş ellerinde bir kalem. Sizlere bir şeyler söylemeye çalışıyor: ‘Beni de alın, alan da veren de pişman olmayacak, söz veriyorum.’

19 Şubat 2013 Salı

4. Girona-İspanya


Güzel Avrupa şehirlerinin bir özelliği vardır. Hepsinin ortasından illa ki durgun akan hoş bir nehir geçer. Paris, Berlin, Prag, Floransa, Viyana, Roma... Hepsinde hakkında binlerce şiir, öykü, roman yazılmış hoş nehirler var. Avrupa şehirlerinin bu özelliği hep dikkatimi çekmiştir. Büyük ihtimalle sadece Avrupa şehirlerine özgü bir şey değil ama neyse.
Girona’dan da hoş bir nehir geçiyor. Kıvrıla kıvrıla şehrin ortasından geçip gidiyor.
Girona şehrine de tesadüfen gittik. Şehir Barselona ile Figueres arasında yer alıyor. Salvador Dali müzesini görmek için Figueres’e gitmiştik, Barselona’ya dönerken, hazır vaktimiz varken, Girona’ya da geçelim dedik. Sadece 4 Euro fazladan bilet parası verecektik ve yeni bir şehir daha görecektik. Değerdi. Aslında etkileyici bir şehir görmeyi ummuyordum. Hiçbir özelliği olmayan basit bir Katalan şehri görmeyi umuyordum. Fakat trenden iner inmez kendimizi ikinci bir Floransa’da bulduk! Kıvrıla kıvrıla akan Onyar Nehri’nın kıyısana çok eski olduklarını tahmin ettiğim güzel evler dantel gibi işlenmiş. Şehrin eski ve daha güzel olan kısmı, nehrin sağında, bir tepe üzerine kurulu. Tepede şehrin bittiği yerde, dev surlar başlıyor. Onların hemen altında iki tane dev kilise var: Sant Feliu ve Sant Pere de Galligants. Gotik mimarı tarzının özelliği herhalde ya da gün batımına doğru orada olduğumuzdan olacak pek karamsar bir havaları vardı. Ama oraya gidenin mutlaka görmesi gereken yerler diye düşünüyorum.  Kapalı olduklarından biz onları ancak dışarıdan görebildik. Bu iki dev hıristiyan yapısına rağmen Girona’da çok büyük bir Yahudi cemaati de var. Genelde El Call adlı çok eski bir mahallede toplanmışlar. Dar ve dik sokaklardan geçerken birçok yerde Yahudi simgelerine rastladık. Kendimi bir Umerto Eco romanında hissettim. Bir yanda hıristiyanlar diğer yanda yahudiler ve gizli tarikatlar... Var mıdır? Bilmiyorum, ama şehrin mistik bir havası olduğu kesin.
Gün batımını yakalamak için dik ve dar sokaklardan yukarı çıktık. Şansımıza surların üzerinde çok güzel bir seyir terası bulduk. Bol bol fotoğraf çektik. Şehre aşık olduk. 

Şansımız bu kadarla da kalmadı, o gün Katalanların geleneksel bir bayramı vardı herhalde. Nehir kenarına yakın bir meydanda şenlikler yapılıyordu. Fırsattan istifade onlara da katıldık. Daha sonra nehrin öteki yakasındaki fuarı görmeye gittik. Tam bizim Türkiye’deki gibi herkesin evinde ürettiklerini getirip sattığı ilginç bir fuardı. Değişik değişik peynir çeşitleri, değişik yiyecekler, etler, giysiler, tatlılar... Burnum daha önce almadığı kokuları aldı. Kah beğendi kah beğenmedi. Gezmenin bu özelliğini seviyorum, beş duyumuza yeni girdiler sunuyor hep... En çok göze ;)
O günün gecesi-sabaha karşısı- Türkiye’ye döneceğim için akşam 9-10 gibi trene binip Barselona’ya döndük. Girona’yı bitiremedik. Gezip görecek çok yer vardı daha. Mesela uzaktan gördüğüm harika bir parkı vardı. Orayı gözüme kestirdim ve o mistik sokakları ve dev cüsseli yapıları gündüz gözüyle ayrıntılı bir şekilde gezmek isterim. Tadı damağımda kaldı...




Tabii o tarihi dokunun içine yedirilmiş ultra lüks markaların dükkanlarını sevmedim. Hep sevdiğim şeyleri yazacak değilim ya :)

3. Ceski Krumlov-Çek Cumhuriyeti



Hiç aklımda yoktu. Böyle bir şehrin var olduğunu bile bilmiyorumdum. O gün oraya gitmeyi de planlamamıştım. Ağustos 2011’in başında Ceski Budojovice’deki üretici dilbilim yaz okulunun ilk haftasonunu kaldığım yurt odasında compositional semantics’i anlamaya çalışarak (ki hala anlayabilmiş değilim) geçirmeyi planlamıştım. Hatta çalışmaya bile başlamıştım. Kısa bir süre sonra nedense odadan dışarı çıktım. Neden çıkmıştım hatırlamıyorum ama koridorda aynı yurtta kaldığımız Türkiyeli arkadaşlarla karşılaştım. Ceski Krumlov adında bir yere gideceklerini söylediler. Bana da gelip gelmeyeceğimi sordular. Başta mırın kırın ettim ama ta Çek Cumhuriyeti’ne gelmişken çıkayım gezeyim dedim.
Birden kendimi kalabalık bir grupla yürürken buldum. Önce şehir merkezine gittik, orada Ceski Krumlow otobüsüne bindik. Sık sık yağan yağmur ve güneşe göz açtırmayan kopkoyu bulutlar eşliğinde yemyeşil dağlardan, ovalardan geçerek o masalsı şehre geldik.


İtiraf etmem gerekir ki böylesine ilginç ve güzel bir şehri daha önce hiç görmedi. İlk indiğimiz yer yüksek bir yerdi ve bütün şehri görebiliyordum. Şehir dediğime bakmayın, küçücük bir yerleşim yeri. Dört tarafı tepelerle kaplı ve Vlata Nehri’nin (adını doğru mu hatırlıyorum emin değilim) çizdiği menderesin içinde kalıyor. Nehrin koynundaki gibi. Ve evler sanki kartondan yapılmış gibi oldukça güzel geometrik şekillere sahipler. Şehir olduğu gibi Dünya Kültür Mirası Sahası olarak korunuyor.
Bulutların ve arada çiseleyen yağmurun karamsarlığı bile şehre ayrı bir estetik katıyor. Kıvrımlı yollardan inip şehrin içine daldık. Birden orta çağa girmişim gibi hissettim. Ceski Krumlov tam bir orta çağ şehri. Bir yanı çok yüksek surlarla çevrelenmiş. Surların önündeki hendeklerde de ayılar yaşıyor. Gerçek ayılar! Hendeğe düşenin vay haline!


Nehir üzerinden geçip suların ötesine geçilebiliyor, buradan surların üzerine doğru tırmandık, burada da yine enfes manzaralar yakaladık.





Yukarı devam eden bir patikayı takip ettik. Bir de ne görelim! Peyzajı harika yapılmış dev bir park! Bir bütün olarak, beni bugüne kadar en çok etkileyen şehirdir Ceski Krumlov!




18 Şubat 2013 Pazartesi

2. Eğirdir-Isparta



İkinci yazım, kısa ve ilginç Eğirdir gezim hakkında olacak. Eğirdir’in ikinci sırada yer almasının nedeni, en son gezimi oraya yapmış olmam. Evden çıkarken Eğirdir’e gezmeye gitmek için çıkmamıştım. Isparta’da askerliğe başlayacak kardeşime refakat etmek maksadıyla yola çıkmıştım. Kardeşimi, Isparta merkezdeki birliğine teslim ettikten, akşamki otobüs saatine kadar nereleri gezebilirim diye bakındım. Isparta merkezde gezilecek güzel yerler bulamadım. Ben de şansımı çevre ilçelerde deneyeyim dedim. Hatay’dan otobüsle gelirken göl ve dağ arasında sıkışmış Eğirdir ilçesini görüp merak etmiştim. Sabah şafak sökerken göl mistik bir havaya bürünmüştü. Yeniden ve yavaş yavaş deneyimlenmeliydi!
Eğirdir minibüslerinin kalktıkları yeri buldum. İlk gelen minibüse atlayıp yola çıktım. Isparta merkezden Eğirdir’e yol 30 dakika sürüyor. Bilet dört lira.
---
Hava garipti. Kah güneş çıkıyordu, kah etrafı bulutlar dolduruyordu, kah yağmur yağıyordu ama herhalde günün galibi güneşti, en çok onu gördüm. Yarım saatlik minibüs yolculuğu boyunca dışarıyı seyrettim. Toros Dağları bütün heybetleriyle Isparta ovası çevresini dantel gibi sarmışlar. Bir Akdenizli olarak Torosları Akdeniz cephesinden denizle birlikte görmeye alışmışım. Şimdi gözümün önünden geçen heybetli dağlar bana bu yakadan tuhaf görünüyorlar. Ve işte en büyükleri: Davraz Dağı! 2635 metreymiş. Gördüğüm en büyük dağ herhalde. Doruğu nadiren görünüyor. Çoğunlukla kar ve bulutla kaplı. Gündüz tanıştığım asker adaylarının söyledikleri geri geliyor aklıma: ‘Bizi oraya çıkaracaklar. Dört gün orada kalacağız. Sonra bir hafta!’ Böyle bir dağda bir gece bile kalmak fikri korkutucu.
Minibüs yavaş yavaş bir tepeyi tırmanıyor. Yol boyunca tek tük evler var. Evler genelde büyük tarlaların ortasına yapılmış ve birbirlerinden yalıtılmış duruyorlar. İnsanlar burada yakınlaşmayı tercih etmemiş herhalde. Ayrıca Toros Dağlarının ördüğü setlerden olacak bitki örtüsü çok cılız. Tarlalarda ekilmiş ağaçları saymazsak, neredeyse hiç ağaç yok. Dağlar, tepeler çıplak.

Tepe bitip de minibüs inişe geçtiğinde hem Eğirdir Gölü hem de Eğirdir ilçesi belirdi. Şehrin hemen girişinde, yine koca bir dağın eteğinde Komando Okulu var. Sanırım bu küçük ilçenin ekonomisi de bu okuldaki askerlere dayanıyor, gözlemlediğim kadarıyla askeri malzeme satan birçok mağaza var (algıda seçicilik de olmuş olabilir).

Şehir merkezine yetişmeden indim. Göl kenarında ta şehir merkezine kadar giden güzel bir yürüyüş parkuru olduğunu gördüm. Etrafta kimsecikler yoktu. Daha ilk adımlarımı attığım anda yağmur çiselemeye başladı. Aldırmadım. Yavaş yavaş yürümeye devam ettim. Bazen durup gölü seyrettim. Evet, çiseleyen yağmur göle ayrı bir güzellik katıyor. Yürüdükçe yürüdüm, göl kenarında yapraklarını dökmüş birçok güzel ağaç vardı. Bu göl kenarında ağaçlara yapraksızlık bile yakışıyordu. Şehir merkezine kadar kıyıdan ilerledim. Ama şehrin içine girmedim, kıyıdan devam ettim. Bu arada yağmur durdu, bulutlar birbirlerine darılıp arayı açtılar ve güneş bütün parlaklığı ile belirdi. Gölün üzerinde güzel bir gökkuşağı belirdi. Şehir merkezinden gittikçe uzaklaştım, gölü rahat seyredebileceğim bir yer buldum. Kayaların üzerine çıktım. Sonra gölü ve geniş çerçevede bütün doğayı hayretle seyre daldım. 

Göl’de mavinin ne kadar da çok farklı tonu vardı! Kıyıda berrak bir mavilik, sonra hafif koyulaşan bir mavilik, sonra birden bire derin bir koyuluk, sonra yeniden farklı tonlarda açıklaşıp berraklaşmalar, güneş ışıklarıyla menevişlenen maviler, soluk maviler, göl yüzeyine çöken ince sis tabakasının buz maviliği... Bir de buna gökyüzünün türlü tonlarda maviliği eklenince, kendimi bir maviler senfonisinde buldum sandım. “Bu dünyada ne kadar insan varsa bir o kadar mor” diyor Bedri Rahmi; bence bir o kadar da mavi var. Belki her su damlası kadar... Güneş yeniden bulutlara teslim olunca bunca mavinin üzerine bir koyuluk perdesi çekildi. Olsun, yine de mutluydum, doğanın bir parçası olmuş gibiydim. Ben de mi maviydim? Bilmem. Kafamda, önceki gece otobüsteyken izlediğim Mustafa Hakkında Her Şey filminin müziği Mor ve Ötesi’nin ‘Hayat’ şarkısı durmadan çalışıyordu (sonra dayanamadım telefondan açtım, dinledim):

“uğraş didin farklı şeyler yapmak için
üç kişi ya da beş kişi anlar
ve zaman, ve zaman farklı yüzlerle
bazen yanında bazen arkanda”

Doğanın devinimi ile zihnimizde olup bitenler arasında en azından tek yönlü bir ilişki olduğu aşikar. Gözlerim doğanın bu güzel ama karamsar görünümünü ve devinimini zihnime sunarken kulaklarım gölün dalgaların kısık sesini ve uzaklarda çakan şimşeklerin seslerini yine zihnime armağan etmekle meşguldüler. Durdum, durdum, durdum. Sonra göle doğru sokulan buruna doğru yürüyüşe geçtim. Şiddetli bir yağmur bastırdı. Oturacak bir yer aradım. Göl kenarında bulabildiğim tek kafeye geçtim. Sıcak bir kahve içtim. Yağmuru seyrettim. Ne tarihi ve turistik yerleri ziyaret ettim, ne farklı insanlarla tanıştım, ne de şehre özgü yemeklerden tattım; burada tanık olduğum doğa bütünlüğü bana yetti.

11 Şubat 2013 Pazartesi

1. Barselona-İspanya


Bugüne kadar gezdiğim şehirler arasında her yönü ile beni en çok etkileyen şehir Barselona galiba... O yüzden bloguma onu anlatarak başlarsam isabetli olur ama anlatmaya nereden başlasam bilemiyorum. Bazı turistik şehirler vardır, müzelerini, önemli anıtlarını, cazibe merkezlerini gezersiniz, sonra geriye hiçbir şey kalmaz. Söz konusu şehir bu mekanların toplamından başka bir şey değildir bir turist için; fakat Barselona bambaşka bir şehir. Canlı bir organizma gibi. Sadece turistik mekanları değil, olağan yaşamın devam ettiği her yeri güzel. Ben, Barselona gezilecek değil, deneyimlenecek ve yaşanacak şehir diyorum. Herhangi bir sokağına gir, küçük bir kafenin terasında otur, bir bardak kahve söyle. Sonra otur sakin sakin. İstersen hayatın anlamını, istersen sevgilini, istersen memleketini düşün... İstersen hiçbir şey düşünme! Güzeldesindir.
Paris gibi Barselona da yıkılıp baştan sona yeniden inşa edilmiş bir şehir. Allahtan bizdeki gibi para göz müteahhitlere bırakılmamış. Aklı başında, sanattan anlayan zeki mimarların ellerinde bir sanat eserine dönüşmüş. Gökyüzünden ya da map.google’dan bakıldığında şehrin ne kadar düzenli olduğu görülebiliyor. Şehrin çekirdeğinde, deniz kenarına yakın, El Barrio Gotic mahallesi var. Bu mahallede şehrin en eski yerleşim yerleri bulunuyor. O mahalle dışında kalan kısım oldukça düzenli ortası avlulu kare blok apartmanlardan oluşturulmuş. Bu kadar yapılaşmaya rağmen bütün mahalleler yemyeşil ve neredeyse her mahallenin yakınında güzel bir park var. Örneğin Parc de la Ciutadella, muhteşem peyzajı ve gürültücü parakit papağanlarıyla harika bir dinlenme mekanı. Barselona’da ilginç bir sandviç kültürü var. İnsanlar sandviçlerini alıp parka geliyorlar. Temiz oksijen eşliğinde, kahvaltılarını burada ediyorlar. Sen de kahveni al. Sonra otur sakin sakin. İstersen hayatın anlamını, istersen sevgilini, istersen memleketini düşün... İstersen hiçbir şey düşünme! Güzeldesindir.
Parc de la Ciutadella
Sentezci bir şehir Barselona. Evet, doğru kelimeyi buldum galiba: sentezci. Nasıl düzenli şehircilikle doğayı sentezlemişse, eski olanla yeni olanı da sentezlemeyi başarabilmiş. Şehrin sokaklarında dolaşırken bazen karanlık, gotik dev ortaçağ yapılarına rastlıyorsunuz, bazen de insan aklının sınırlarında gezinen sanatçıların tasarladığı binaları görüyorsunuz. Dünyanın en ünlü mimarlarından biri bu topraklarda doğdu, büyüdü, insanları halen şaşkına uğratan eserler verdi. Bu büyük mimarın adı Antoni Gaudi. Herhalde Barselona’nın adı Barselona olmasa, Gaudistan olurdu. İnşa ettiği binalar, parklar ya da daha küçük boyutlardaki eserler geleneksel kalıpları keskin bir şekilde kırmış. Misal Sagrada Familia Katedrali... Avrupa’daki hemcinslerinden tamamen ayrı bir katedral. Peribacalarını andırıyor. Madde ile canlı doğayı yek vücut etmiş. Dış cephedeki toprak renk duvarlar doğum sancısı çekiyor gibi bir hal var. Sanki az sonra türlü türlü Adem ve Havva, türlü türlü bitkiler ve insanlar içlerinden sıyrılacaklar... Gaudi’nin Casa Battlo ve Casa Mila başta olmak üzere birçok görülmeye değer binası da var. [Ekim 2012’de Casa Battlo Canlanıyor isimli bir ışık gösterisi yapıldı. Tesadüfen o gün oradaydık. Yoğun yağmur yüzünden gösterinin sadece ilk kısmını izleyebildik ama daha sonra youtube’tan gösterinin videosunu izleyip ne kadar harika bir gösteri kaçırdığımıza hayıflandık.] Parc Güell de Gaudi’nin en önemli eserlerinden bir tanesi. Park bütün Barselona’yı tepeden süzüyor, Akdeniz’e bir selam atıyor. Buraya çıktın mı, şehri en güzel gören köşeyi bulacaksın.  Sonra otur sakin sakin. İstersen hayatın anlamını, istersen sevgilini, istersen memleketini düşün... İstersen hiçbir şey düşünme! Güzeldesindir.
Kendi tarzı ile Barselona’ya imzasını bırakmış tek sanatçı Gaudi değil elbette. Pablo Picasso ve Salvador Dali de bu güzel şehrin sokaklarını arşınlayıp güzel havasını içlerine çektiler ve en çarpıcı resimlerini burada yaptılar. Farklı görme biçimleri yaratıp zihnin dehlizlerinde gezinen imgeleri gün yüzüne çıkardılar. Gaudi’nin, Dali’nin, Picasso’nun herhalde ortak noktası nesneleri radikal bir farklılıkla yeniden yaratma çabaları. Barselona’ya gittiğinde, Picasso Müzesi’ni ziyaret et. [Dali için Figueres’e gideceksin]. Picasso’nun güzel bir tablosunu bul.  Sonra karşısında otur sakin sakin. İstersen hayatın anlamını, istersen sevgilini, istersen memleketini düşün... İstersen hiçbir şey düşünme! Güzeldesindir.
Parc Güell'den Barselona panoroması
Eğlence de sever Barcelona. Plaça de Catalunya’da, La Rambla başlar. La Rambla, Barselona’nın İstiklal Cadddesi... Caddenin sonunda C. Colomb heykeli var. Akdeniz’e bakıyor. Heykele yakın bir mesafede deniz başlıyor. Deniz tarafından, sağdan soldan her yerden gelen insanlar La Rambla’ya doluşuyor. La Rambla sanki insanları yuturuyor, eğlendirip geri kusuyor. La Rambla’nın ince damarları küçük sokaklar barlarla dolu. Her türden insan, müzik, eğlence anlayışı, dil, dünya, dans bu sokaklarda yeniden ve yeniden üretiliyor, sonsuz bir ayin dünyanın bu ucunda devam ediyor. Sevgili okur, Barselona’nın bu noktalarına kadar gelmişken sana sakin sakin otur diyemem, ayıptır. Buyrun sahne senin... Güzeldesindir.

La Rambla

9 Şubat 2013 Cumartesi

Gezmenin Felsefesi ve Dürtüsü: Merak


İnsanı gezmeye sevk eden en ilkel dürtüsü merak sanırım. Merak, insanın, kendini tekrar eden bir sistemin tutsaklığından kaçıp yeniye koşuş enerjisidir. Merak da bilinenden alışkanlıktan uzaklaşma isteği. Alışkanlık öylesine pis bir derttir ki insan yeninin içinde ne olacağını (bu kötü bile olsa) bilmeden, yeniye koşmayı yeğler. İlginçtir, birçok insan rahat’ı kovalar. Rahata erme arzusu, bütün rahatsızlıklara katlanmanın temelinde yatar. “Şu bir iki yıl biraz katlanayım, sonra evim barkım olur, rahatlarım.” “İş zor ama ne edersin, rahata ereceksek biraz katlanalım, ne olacak, giden bir iki yıl olsun.” “Rahat istiyorsan, katlanacaksın.” “Olsun, sonunda rahatlık var.” Bunca rahatlama isteği (hem bireysel hem de toplumsal) varken merak dürtüsünü takip edebilmek büyük enerji istiyor. Hele ki kendini yineleyen toplumsal mekanizma, her şeyin bilindiğini ve tek yapılması gerekenin çok çalışıp para kazanmak ve “hayatını kurtarmak” olduğunu bas bas bağırırken...
İnsan bir yandan yaşıyor, diğer yandan yaşamının genel şartlarını inşa etmeye çalışıyor. Bu inşa sürecine ben, insanın kendi yaşam felsefesini yaratışı diyorum. Dil yetisine sahip her insan (yani herkes) kendi varlığını sorguluyor, sorgulamak zorunda. Kimisi cevabı bulduğunu düşünüp duruluyor, kimisi sonsuza dek merak dürtüsünün peşinden gidiyor. Cevap bulduğunu düşünenler de ara ara “Ya yanlış düşünüyorsam?” diye soruyorlardır tabii, fakat rahatlıklarını bozmak istemiyorlar. İkinci kategorideki merakın izinden giden insanlar ise türlü yollara giriyorlar. Bilimin izinden gidiyorlar, felsefenin izinden gidiyorlar, sanatın izinden gidiyorlar ya da yalnızca gidiyorlar uzaklara... Kendilerine bir bilinmeyen tanımlayıp onun peşinden en uzaklara... –Kâinatın sonuna- en yakına...-Atomaltı parçalara- yolculuğa çıkıyorlar; en derin sorulara... -Neden varız? Hayat nedir? Güzel Nedir? İyi nedir?- yanıt arıyorlar. En önemlisi içinde bulundukları durumun rahatlığına boyun eğip meraklarını köreltmiyorlar. Hareket ediyorlar. Hareket ediyoruz. (yazar burada ikinci çoğul şahsa geçer) İçimizde bir keşfetmek arzusu yatıyor, görülmeyeni görmek, görülmüşe farklı bir açıdan bakmak, anlam evrenimizin içine katmak için, zaman ve mekân içinde beş duyu organının tanıklığında deviniyoruz. Güneşin toprak ve suyla dansında, insanla ve insansız neler yapabildiğini görmek ve genel anlamda hissetmek maksadıyla yürüyoruz. Bu blog şehirleri adımlayacak, bilinemezliklerine meydan okuyacak, içlerine sızıp hislere ve düşüncelere dalacak, merak edecek, varoluşsal kaygıları merakla harmanlanan süzülüşüyle arayacak, insanlar ve nesneler arasında olup gidecek...
Okulda, evde, gazetede, bilgisayarda (eskiden televizyonda derdim, ne garip!) her gün birçok şehrin adını duyarız. Çok azını görsek de hepsinin var olduğuna inanırız. Değil mi? Fakat teoride var olmuyor olma ihtimalleri yok mudur? Mesela size Paris diye bir şehir yoktur desem? O şehre gitmemişseniz, iddiamı nasıl çürütebilirsiniz? Gördüğünüz resimlerden? Gidenlerin anlattıklarından? Yazılanlardan? Teoride hepsinin yanılıyor olma ihtimali yok mu? Var. Görünüşe göre inanılabilecekler, beş duyu organı ile algılanılabilecek kadarı? (hatta bu bile şüpheli). O halde en azından dünyanın içindeki bütün şehirleri ile var olduğuna inanmak için önce mahallenden, sonra ilçenden, sonra ilinden, ülkenden çıkman gerekmez mi? Ben merak ediyorum, benden farklı olanı, mekânımdan uzakta olan insanı, farklı şehirlerin bana hissettireceklerini, düşündüreceklerini, insan olmanın manasını... Bugüne kadar yurtiçinde ve yurtdışında birçok şehre gittim, gitmeye devam edeceğim. Dar gelirli bir insan olarak bunu yapmam çok zor tabii. Fakat inandığım bir şey var ki o da bir şeyi amaçladıktan sonra o amaca ulaşacak vasıtalar bir şekilde yaratılabiliyor. Şimdiye kadar öyle oldu, bundan sonra da öyle olacak, biliyorum. Şimdiye kadar 60-70 şehirde bulundum, öncelikle onlardan başlayacağım yazmaya, sonra hep yeni yeni şehirleri ekleyeceğim gezdikçe, gördükçe, dünyayı yeniden ve yeniden deneyimledikçe... 555 şehre ulaşana dek... Ve felsefe her zaman zihnimizin motoru olarak yaşayacak bu yolculuklarda... Kalem bunlara tanıklık edecek.