9 Aralık 2013 Pazartesi

Yeni ve Güzel Bir Yürüyüş Rotası: Defne Yolu, Samandağ, Hatay - Farklı Kültürlerin İçinden Geçen Yol



Bu seferki yazımda memleketimden (Hatay’dan) bir rotayı tanıtmak istiyorum. Bilenler bilir, Hatay’da, özellikle Antakya’da gezilecek görülecek yerler çoktur. Antakya merkezde bulunan turistik mekanları, Arkeoloji Müzesi, Eski Antakya Evleri, Sen Pierre Kilisesi vs. genelde herkes bilir fakat Defne Yolu az bilinen bir rota ve bence bilinmeyi hak ediyor. Belki de gelecekte Likya Yolu kadar popüler bir yol olur. Buna bir katkım olursa ne mutlu. Ağustos 2013’te bu rotayı arkadaşlarımla boydan boya yürüyerek gezme fırsatım oldu. Biraz bu deneyimimizden, biraz da bir Samandağlı olarak önereceklerimden hareketle bu rotayı size anlatmak istiyorum. Defne Yolu yürümesi kolay, bol manzaralı, ara duraklarda dinlenmeye izin veren hoş bir yol.
Rota: Batıayaz Köprüsü (Yaylıca), Eriklikuyu, Yoğunoluk, Hıdırbey, Vakıflı, Kapısuyu, Mağaracık, Çevlik (+Titus Tüneli), son nokta: Çevlik Limanı’ndaki Fener
Antakya Köy Garajlarından kalkan Yaylıca minibüsü’ne binip Yaylıca’da Doğa Tesisleri’nin önünde inip küçük bir yürüyüşten sonra Batıayaz Köprüsü’ne ulaşın.
Batıayaz Köprüsü
Batıayaz Köprüsü'nden manzara
Sanırım yürüyüşe Samandağ’a bağlı Yaylıca Köyü’ndeki Batıayaz Köprüsü’nde başlamak mantıklı bir tercih olur. Köprü, vadi boyunca akan ve vadiyi türlü ağaçlarla (çınarlar, defneler, çamlar vs.) yeşillendiren bir ırmağın üzerine kurulu olduğundan hoş bir manzaraya sahip. Köprünün altındaki su eskiden daha derinken insanlar bu köprünün üzerinden nehre atlayıp yüzerlermiş. Neyse kısacası biz o noktayı sevdik ve oradan başladık. Köprünün hemen yakınında bir arkadaşımızın ailesine ait, manzarası güzel Çağlayan2000 restoranı var. Yaklaşık 25 km sürecek yürüyüşümüz öncesi, enerji depolamak namına orada kahvaltı ettik. Sağolsun Yeşim, bize 250 km yürümemizi sağlayacak kadar zengin, harika bir kahvaltı hazırladı. Kahvaltı da yok yoktu J Güzel kahvaltımızdan sonra, dört arkadaş yola çıktık: Ben, Murat, Esra ve Güler.
Yeşim'lerin restoranında kahvaltı

Önce bir özet geçeyim: Dağın eteğine sıralanmış Eriklikuyu, Yoğunoluk, Hıdırbey, Vakıflı, Kapısuyu köylerini kesen asfalt yolu takip ettik, Kapısuyu köyünden geçip Mağaracık Beldesi’ne oradan da deniz kıyısındaki Çevlik’e indik. Yolculuğumuzu Çevlik Limanı’nın kayalıklarında güneşin denizin içine dalıyormuş gibi batışını izleyip bira içerek tamamladık J
Başlangıç Levhası
Bu rotayı keyifli kılan birçok neden var. Yürüyüş boyunca değişik kökenlerden (Arap, Türk, Ermeni) insanların yaşadığı köylerden geçiyorsunuz, bu görece kısa rota boyunca diller, kültürler, yaşam tarzları değişiyor fakat insanların dostane tavrı değişmiyor. Her köyde oturup birer çay içip güzel hikayeler dinleyebilme şansınız var.
  
Bu seferlik biz köydekilere selam vere vere Eriklikuyu ve Yoğunoluk köylerini direkt geçtik, uzun bir yürüyüşten sonra ilk mola yerimiz olan Hıdırbey Köyü’ne ulaşık.


 Hıdırbey Köyü, aslında bu rotanın merkezini oluşturan yer çünkü burası yakın zamanda restore edili ve köyde Musa Ağacı isimli kutsal olduğuna inanılan epey yaşlı bir çınar ağacı var. 

Dağı delip gelen hoş bir ırmağın hemen yanında bulunan bu güzel ağacın, üzerindeki levhaya göre, hikayesi şöyle: “Rivayete göre Samandağ sahilinde buluşan Hz. Hızır ve Hz. Musa birlikte dağa çıkarlar. Tam bu noktaya [ağacın olduğu yer] geldiklerinde Hz. Musa elindeki asayı toprağa saplar. Tekrar dönüp baktığında asanın fidana dönüştüğünü görür. Halk arasında ab-ı hayat suyundan can bulan fidanın binlerce yılda gelişerek bugünkü halini aldığına inanılır.” Ağacın çevresi ve nehir yatağı yakın zamanda restore edildi ve bir mesire yerine çevrildi. Ayrıca köylülerin, ürettikleri organik ürünleri satmaları için küçük küçük büfelerde yapılmış. Bu büfelerden zeytin yağı, pekmez, kuruyemiş, meyve, turşu vs. almak mümkün. Ayrıca teyzeler nehrin çevresindeki tandırlarda gözleme ve Hatay’a özgü bir gözleme çeşidi olan katıklı ekmek (tipi lahmacuna benziyor, et yerine bol baharatlı çökelek var) yapıyorlar; 2 katıklı yiyip iki de çay içmenizi öneririm. Çay içip güzelce dinledikten sonra, sıcaktan ve yürümekten bitap düşmüş ayaklarımızı buz gibi suya soktuk biraz. Kendimizi topladığımız anda, bu güzel köyden ayrıldık. Ayrılmadan araya sıkıştırayım, ilginç bir düğüne denk geldik. Musa Ağacı’nın altı bir mesire yeriyken bir anda düğün salonuna büründü, ilk defa gündüz olan bir düğüne rasgeldim. Seçilen mekan da ilginçti.
Hıdırbey Köyü’nden sonra Vakıflı Köyü’ne kadar yokuş çıkılıyor, yükseldikçe manzara daha da güzelleşiyor. Vakıflı Köyü sapağına ulaştığımızda, sol yanımızda bütün ihtişamıyla Kel Dağı ve güzeller güzeli Akdeniz ile karşılaştık. O noktadan Samandağ (Sveydi), Kel Dağı ve Akdeniz üç birlikte dünyanın en sakin, en şirin ve en estetik üçlüsünü oluşturuyorlar sanki. İnsan kanatları olsun, uçsun istiyor; bir yücelik hissi içini dolduruyor. Bu manzara mahallinde yol ikiye ayrılıyor, sola dönüp yokuş aşağı inersek 100m sonra bir Ermeni köyü olan Vakıflı Köyü var, köyden aşağı dümdüz devam edersek, Samandağ şehir merkezine ulaşıyoruz. Sağa dönüp biraz daha tırmanmaya devam edersek, yaklaşık 1 km sonra bir Türk Köyü olan Kapısuyu Köyü var. Biz önce Vakıflı Köyü’ne inip orayı geziyoruz. 

Üç Güzel Tepesi'nden Kel Dağı, Samandağ ve Akdeniz
Vakıflı Köyü, çevredeki diğer köylere göre epey gelişmiş, organize bir köy. Türkiye’deki tek Ermeni Köyü olmanın yanında, ayrıca Türkiye’de organik tarıma geçen ilk köy. Köye girer girmez, çevredeki tarlalardan, bahçelerden, seralardan, ektikleri bitkilerin türlerinden ne kadar mantıklı bir biçimde tarım yaptıklarını görebiliyorsunuz. Organik tarımla uğraşan biri olarak gerçekten hayran kaldım. Köyün merkezinde çeşmevari bir yapı var ve köydeki bütün tarlalara, inşa edilmiş kanallar vasıtasıyla, su aktarılıyor. Çeşmenin hemen karşısında güzel bir çay bahçesi var, hemen üstünde köydekilerin organik ürünlerini sattıkları bir kooperatif var. Onun da üstünde ilginç bir Ortodoks kilisesi var. İzin alıp kiliseyi gezmek mümkün.  Daha fazla bilgi için: http://vakiflikoy.com
Köy gezimizi bitirdikten sonra, Samandağ merkeze inmek yerine, o güzel manzaralı yere [bu noktaya güzel bir isim versek, mesela Şahin Tepesi ya da Esentepe, şaka şaka :D Üç Güzel Tepesi diyelim mi? Üç güzel: Samandağ, Akdeniz ve Kel Dağı] geri çıktık, oradan da Kapısuyu Köyü’ne doğru yolumuza devam ettik. Üç Güzel Tepesi’nden son bir kez baktık, sonra yürüdükçe yürüdük. Bu noktadan sonraki rotaya yabancıydım, ilk defa o yolu kullanacaktım. Üstelik yolu da uzatmış oluyorduk. Ama keyfimiz yerindeydi, manzara harikaydı. Yol kenarındaki yabani böğürtlenlerden yiye yiye yola devam ettik. Defne ağaçlarının sıklaştığı ve yolun biraz kıvrıldığı bir noktada başka bir piknik alanı olduğunu keşfettik. Ağustos dışındaki aylarda bu noktada, dağdan su çıkıyormuş, insanlar da bu suyun çevresinde mangal yapıp deniz manzarası seyrediyorlarmış. Ayrıca gözleme, katıklı vs. yapıp satan köylüler de var. Bahsetmeği unuttum, yol boyunca nerdeyse her bir kilometrede bir gözleme, katıklı, çay, kahve alabileceğiniz yerler mevcut. Paranız yoksa bile, size bedavaya verirler. J
Yol boyunca manzaramız

Bu arada mini traktörü tepede sıkışmış birine de yardım ettik. Zorlu bir süreçten sonra traktörü sıkıştığı yerden çıkardık. Teşekkür edip bizi evine davet etti, biz yürünecek yolumuz olduğunu söyleyip yola devam ettik. 


Ardından Kapısuyu Köyü’ne ulaştık, bu köyün o kadar güzel bir manzarası var ki bugüne kadar keşfedilmemiş olmasına şaştım kaldım. Akdeniz bütün aklığıyla bu köyün karşısında duruyordu. Hani bir rüzgar esse, bütün evler Akdeniz’in içine uçup konacak gibiydi. Aslında evler tepede ve denize uzaklar ama köyün içinde yürürken sanki köy denizle birmiş gibi hissediyorsunuz. Çok tuhaf bir perspektif. Onun dışında köy, kendi halinde, sakin, dışa kapalı bir köy. Bu köyden sonrası yokuş aşağı yoldu, tek tük evlerin yanından geçip ta Mağaracık Beldesi’ne kadar indik, oradan da deniz kıyışa, Çevlik’e yürüdük. Güler ve Esra’yı bıraktıktan sonra Murat’la Çevlik Limanı’ndaki dalgakıranlara çıktık. Bu arada güneş batmak üzereydi, limanın ağzından aldığımız soğuk biralarımızı açtık ve koca yürüşümüzün güzel noktalanmasını kutladık. Oldukça keyifli bir rota olduğunu söyleyebilirim.

Yürümeye saat 11.00’de başladık. Hıdırbey Köyü’nde molamızı 13.00 civarı verdik. Çevlik Limanı’na vardığımızda saat 18.00 civarıydı. Aslında yürümeye biraz geç başladık, bir dahaki sefere sabah 07.00’da yürümeye başlamak daha mantıklı olur. Böylece Çevlik’e biraz daha erken varılıp Titus Tüneli’ne çıkılabilir. Titus Tünel’i benim Hatay’da en sevdiğim yer çünkü doğa ile tarihin, bugün ile dünün, yaşam ile ölümün tuhaf bir şekilde birleştiği bir yer. Önce Vikipedi’den kısa bilgi vereyim:

“Tünel, dağdan gelen derelerin ağzında ve bir iç liman olarak MÖ 300'lü yıllarda I. Selevkos Nikator tarafından kurulan, kurucusu Nikator adıyla anılan tarihi kentin liman bölümüne bakmaktadır. Bu limanın dağdan gelebilecek sel sularıyla dolabileceği düşünüldüğünden dolayı, Titus tarafından derenin önü bir duvar ile kapatılmış, duvarın dereden gelen bölümü ile deniz arasındaki dağ delinerek tünel yapılmıştır. Tünelin kapalı bölümü 130 metre uzunluğunda olup, açık alanıyla birlikte toplam 1380 metre uzunluğundadır. Genel olarak açık ve kapalı alanlarda tünelin yüksekliği 7 metre ve genişliği ise 6 metredir. Tünelin tamamı "Titus" zamanında tamamlanmıştır.”

Tünelin 100 m sağında bir Nekropolis, yani mezarlık, var. Beşikli Mağara olarak anılan bu yer, dağın içine oyulmuş, beşik benzeri mezarlardan oluşuyor. Mezarların içleri boşaltılmış, şu an sadece boş dikdörtgen oyuklar var, maalesef yeterince korunmuyorlar, umarım gerekli önlemler alınır. Buraya akşama doğru gelirseniz, içinizi garip bir ürperti kaplayabilir, ben her gidişimde kendimi tuhaf hissederim, işin ilginç yanı bu antik şehrin ve tünelin hemen yanı başında tarım devam ediyor. Beşikli Mağara’nın hemen dibindeyken elinizi uzatıp yan tarladaki limon ağacından bir limon koparabiliyorsunuz, bazı noktalarda tarlada mısınız, antik kentte misiniz, anlayamıyorsunuz. Bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi pek kestiremedim. Ama burayı seviyorum. Bu geziden de vaktiniz kalırsa, Çevlik sahilinde güneşlenip yüzebilirsiniz.

Yürüyüşü Çevlik Limanında bu kayalıkların ucundaki fenerde bitirebilirsiniz.


Velhasıl-ı kelam, Defne Yolu mütevazı ve hoş bir yol; Samandağ’ın kültürel çeşitliliğine, geçmişine, doğasına, yolculuk yapmak isterseniz ve bu yolu ilk arşınlayanlardan olmak isterseniz; güzeller güzeli Samandağ (Sveydi) yüzünde gülümsemesiyle sizi bekliyor.


19 Eylül 2013 Perşembe

14. Viyana - Avusturya: Kıyısından Geçmek

İnterrail yazılarımı artık bitirmeliyim. Az kaldı zaten, şimdi Viyana'yı anlatacağım ardından Prag ve güzel bir yolculuğun sonu :) Şehr-i İstanbul'a dönüş...

Bir dolunay gecesi Venedik'teki tren istasyonundan kalkan trene bindik. Hoş bir tren yolculuğunun ardından kendimizi Viyana'da bulduk. Viyana'da çok uzun durmayacaktık, o günün akşamı ben Prag'a geçecektim, yoldaşım Gökhan da Budapeşte'ye geçecekti. Oralardan da Istanbul'a dönecektik. O yüzden uzun uzun gez(e)meyecektik, zaten onca şehri gezmişken ve zihnimizde zaman ve mekan algısını kaybetmişken gezebilecek gücümüz çok yoktu, zira interrail çantaları da bütün ağırlıklarıyla sırtımızdaydı. Yine de Viyana güzel şehirdi, deneyimlenmeliydi.

Şehre vardığımızda in cin top oynuyordu, biz de müsabakaya katıldık :) Sırtımızda koca çantalarımızla şehrin merkezinde bulunan Aziz Stephan Katedrali'ne doğru yürüyüşe geçtik. Viyana epey düzenliydi ve mimari estetiği takdire şayan. Dört bir yanımızda eski ve düzenli binalar vardı, çirkin modern mimari bu şehrin merkezine girememiş. Ve sokaklarda yürürken kendinizi o eski Avrupa'yı anlatan filmlerde buluyorsunuz sanki. Prestige filmini hatırlarsınız belki. Ben hep o filmi yaşadım gezerken :)
Katedral'de
Merkeze varınca Aziz Stephan Katedrali'ne girdik, şansımıza ayin vardı :) Bizi korkutan, hıristiyanları korkutup inançlarını pekiştiren bu gotik yapı, gerçekten ilginçti, hatta vikipedi'de de şaşırtıcı bir bilgi var:

"Aziz Stephan Katedrali ilginç bir bilgiyede sahiptir: Katedralinin çan kulesinde 1534'de ihdas edilen; Osmanlı akıncılarının yaklaştığını görüp çan çalarak Viyanalı'lara haber vermekle görevli bir memuriyet, ancak 1956'da Viyana Belediye meclisinceArtık bir Osmanlı tehlikesi kalmadığından ve bu görevin lüzumu olmadığı için.. kaldırılmıştır."

Viyana kuşatmasından bahis açılmışken, harika düzenlilikte bir saray-müzenin bahçesine girdik, bu saray-müzenin kocaman kapıları vardı, hani bize hep "Viyana kapılarına dayandık" diye anlatırlardı ya, benim kafamda da hep öyle kapılar canlanırdı. :)
Viyana Kapılarına Dayanmışken :)

Neyse bu minik turdan sonra Gökhan erkenden Budapeşte trenine bindi ve Avrupa'nın göbeğinde yapayalnız kaldım :)

Son Biralar
Pek hareket edesim yoktu, en iyisi bir turist gibi değil, bir yerli gibi bulunayım Viyana'da dedim ve Viyana'nın güzel parkına gittim, tren saatim gelene kadar kitap okudum, orada çimlere uzanmış, gazete kitap okuyan, piknik yapan Viyanalılara katıldım. Güzel, değişik bir deneyimdi.

Gece, bu şehri sanki ıska geçmişçesine trene bindim ve çok sevdiğim sevgili şehir Prag'a doğru yola çıktım.







Viyana'da, Parkta

Viyana'nın kaynağını anlayamadığım bir zenginliği var. İnsanlarının da rahat ve huzurlu olduğu söylenir durur. Freud'tan Wittgenstein'a, Mozart'a ve Viyana Çevresi Aydınları'na k
adar birçok önemli entektüel bu topraklardan çıktı. Bu güzel şehri ve ülkeyi bir daha gezmek istiyorum elbet, Nisan 2014'te yolum bir daha düşecek Viyana'ya, belki o zaman daha güzel bir yazı kaleme alabilirim :)


27 Temmuz 2013 Cumartesi

13. Granada, Endülüs - İspanya

Granada Kırmızısı

“Zeytinistan’a hoşgeldiniz!” deseydi biri inanabilirdim. Yolun sağında ve solunda ucu bucağı görünmeyen zeytin ağaçları, tepelere dantel gibi işlenmişlerdi. İçlerinde Endülüs’ü gizliyorlardı.
Yolculuğumuz Madrid’te başladı. Madrid’ten ayrıldıktan sonra, Arapların Tuleytula dediği, bugünkü adı Toledo olan güzel şehrin yakınından geçtik. Toledo, İspanya’daki Endülüs hakimiyetinin en uç noktasıydı. Bugün Endülüs Özerk Bölgesi’nin bir parçası olmasa da, bir zamanlar Endülüs medeniyetinin düşünce merkezlerinden biriydi. Bu şehirde kurulan Toledo Çevirmenler Okulu’nda, Arap filozoflarının ve bilim insanlarının ve hatta Yunan-Latin filozoflarının ve alimlerinin birçok metni Arapça üzerinden Latinceye ve diğer Avrupa dillerine çevrilmiş, Avrupa’daki aydınlanmanın kıvılcımları bu çeviriler sayesinde ateşlenmiştir. Maalesef, vaktimiz kısıtlı olduğundan, Toledo’ya girip şehri gezemedik, yolumuza, Endülüs’ün kalbine doğru devam ettik. La Mancha özerk bölgesi içinde ilerliyorduk. Küçük tepelerin üzerindeki, yel değirmenlerini görüp La Manchalı Don Quijote’yi hatırladık. Yaveri Sancho Panza ile bu tepelerde dolaşıp kimbilir ne anlamlar yüklemiştir gördüklerine? Biz ne anlamlar yüklüyorduk acaba?
 Derken beş dakika sonra bir tepenin başında gördük, Don Quijote’yi ve yaveri Sancho Panza’yı! Dünyayı fethetmeye hazır vaziyette, bizleri selamladılar. Gülümsedim. Nasıl olur? diye sorduğunuz duyar gibiyim. Korkmayın, rüya görmüyordum ya da hülyalara kaptırmamıştım kendimi. Bir tepenin başında heykelleri duruyordu. Durgun ama harekete hazır.
Roman tarihimizin cesur kahramanı Don Quijote’nin yanından geçip başka masallara doğru yol aldık. Sanki bir mekanın içinde değil, zamanın içinde ve geçmişe doğru yolculuk ediyorduk. Bolu Geçidi’ne benzer bir geçitten sisler arasında geçtik. Arabayı kullanan arkadaşımız Elena, iki yanı uçurumlarla çevrili Dispeñaperros adlı bu geçidin korkunç hikayesini bize anlattı. Rivayete göre, 1492 yılında, İspanyollar Granada’yı fethettikten sonra, Müslümanları bu uçurumdan aşağı atmışlar. Dispeñaperros kelimesinin anlamı da “Köpeklerin Atıldığı Yer” imiş. Kanlı fetihten kalma, üzücü bir etiket.  Zihnimizde bu hüzünlü anıyla, dağı aştık ve resmi olarak Endülüs’e giriş yaptık. Yol boyunca üstümüzü battaniye gibi saran bulutlar, Endülüs’e geçiş vizesi alamamışlar gibi, peşimizi bıraktılar ve güneş bütün parlaklığı ile bize rehberlik etmeye başladı. Yazının başında bahsettiğim zeytinliklere de giriş yaptık. İnsan hayatında bu kadar çok zeytin ağacını ancak bu yoldan geçerken görebilir. Bütün düzlükler, tepeler, dağlar göğe kadar zeytindi. “Zeytinistan” demek abartılı olmaz herhalde. “Şahlan gümüş gibi parıldayan zeytin ağacı/ dediler, bacakları altında rüzgarın./ Ve yükseldi göğe ağacın /çimentodan güçlü elleri.” dizeleri geçiyordu aklımdan, az sonra memleketinden geçeceğimiz ünlü şairin.  İlginç bir etimolojik bilgi daha vereyim. Bugünün Endülüslüleri için bu kadar önemli olan zeytinin İspanyolcası aceituna, /aseytuna/ şekilde okunuyor ve Türkçede de kullandığımız gibi, Arapça zeytun kelimesinden geliyor. İşte kültürlerin dilde buluşmasına bir örnek. Dil her zaman tarihi yüreğinde barındırıyor. Granada’da, nam-ı diğer Gırnata’da bu tür dil sürprizleri bizi bekliyor olacak.
Yaklaşık yarım saat boyunca yolun iki yanında zeytin ağaçlarından başka bir şey görmedik. Sonra ünlü şair Miguel Hernandez’in zeytincileriyle ünlü şehri Jaen’e ulaştık. Az önce bahsettiğim şair Miguel Hernandez idi. Zeytine ve zeytin işçilerine dair şiirlerini burada yazmış. Jaen’de kısa bir mola verip Granada’ya doğru devam ettik. Kısa bir süre sonra bir ova üzerine kurulu Granada’ya ulaştık.
ElHamra'ya çıkan yokuştan Granada ve Bir Ortadoğlu: Hurma
İtiraf edeyim, ilk izlenimim bir hayal kırıklığıydı. Küçük bir şehir görmeyi beklerken, kocaman bir şehre giriş yapmıştık. Üstelik şehre Türkiye’deki gibi sanayi bölgelerinin yoğun olduğu yoldan girildiğinden başta ürktüm. Ben nereye geldim diye düşündüm. El Hamra Sarayı böyle bir yerde olamazdı. Gözlerim korkuyla El Hamra’yı aradı. Neyse ki ufukta tek görebildiğim, Sierra Nevada dağlarıydı. Yoksa yanlış şehre mi gelmiştik? Hayır, doğru yerdeydik. İçinde bulunduğumuz arabanın bizi zamanda yolculuğa çıkarmasına alışmıştık. Şimdi şehrin endüstrileşmiş kısmından yavaş yavaş eski kısmına doğru hareket ediyorduk. Belli oluyordu. Çirkin, sade, modern binalar yavaş yavaş yerlerini eski binalara bırakıyordu, son çirkin bina bittiğinde kendimizi eski Granada’nın içinde bulduk. Arkadaşımız Elena bizi kalacağımız, otele bırakıp ayrıldı. Biz de eşyalarımızı otele koyup haritamızı elimize aldık ve El Hamra’ya doğru yola koyulduk. Haritaya göre, El Hamra’nın üzerine kurulu olduğu tepenin eteğindeydik, lakin sarayı hala göremiyorduk. Hala içten içe kuşkuluydum.
Sağa sola kıvrılan dik bir yokuş boyunca tırmanışa geçtik ve gördüklerimiz bizi heyecanlandırmaya başladı bile. Her yanımızda carmenler… Arap mimarisinin en güzel örneklerinden olan bu evlerin hepsi bembeyaz, içe bakan avluları var. Carmen kelimesi Arapçada “asmalı bahçe” anlamına geliyormuş. Eskiden Müslümanların ileri gelenleri, bu güzel bahçelerde oturur, beyitler okurlarmış. Şimdi o asmalardan eser kalmamış ama değişik değişik çiçekler ve ağaçlar bu bahçeleri süslüyor. Özellikle de yakından tanıdığımız bir dostumuz olan bir ağaç, bize hemen gülümsedi: hurma ağacı! Neredeyse her bahçede bir hurma ağacı var. Bir zamanlar buraya hakim olmuş, Müslüman kültürünün sembolü ve hatırlatıcısı olarak, şehri özlemle seyrediyorlar.
Carmenlere hayran kala kala, tepeyi tırmandık, bu arada güneş tamamen battı, göğü bir kızıllık kapladı, sonra da akşam oldu. Bu kızıllığa birazdan döneceğiz, lakin dolunay da yolcuğumuza eşlik etmek için en güzel giysilerini kuşanmış gibi bize gülümsedi. Gökte parıl parıl parıldıyordu. Ay ışığı eşliğinde, tepeye ulaştık, bu arada Granada manzarası ayaklarımızın altındaydı.
İnanmayacaksınız ama tepeye çıktık ve hala El Hamra’yı göremiyorduk. Şaşkın şaşkın El Hamra yazısını takip ettik, bin bir türlü kuşun cıvıltısı eşliğinde, bir orman yolunda yürümeye başladık. Sonunda sarayın surlarını gördük, yavaş yavaş sarayın silüeti de görünmeye başladı.  Adı gibi kırmızıydı. Hamra, Arapçada “kırmızı” anlamına geliyor. İlginç bir şekilde sarayın temellerini attıran Gırnata Emiri Muhammed ibin Ahmar’ın soyadı da aynı kelime ve “kırmızı” anlamına geliyor. Sarayın kırmızı olma nedeni ise Akdeniz bölgesine özgü “terra rosa” yani “kırmızı toprak” ile yapılmış olması. Üstelik Granada’yı ve El Hamra’yı bilenler derler ki akşam gün batarken gök kızıla çaldığında, bu saray bir başka güzel olurmuş. Yarın bir başka tepeden, El Hamra’yı en güzel gören yerden bu manzarayı yakalamaya çalışacağız biraz şanslı olursak ve belki Yahya Kemal’in dizeleri taçlandıracak gezimizi.
Generalife
                                   

Saraya girdik. Önce ünlü bahçesi Cennet-ül Arif’i, şimdiki adıyla Generalife’yi dolaştık. Hayatımda bu kadar güzel tasarlanmış bir bahçe görmedim. Doğanın yeşili ve suyun saflığı burada ayrı bir güzellik formuna ulaşmış.  Portakal ağaçlarının bu kadar güzel olabileceğini ilk defa orada fark ettim ve o rayiha… Portakal çiçeklerinin ve diğer çiçeklerin kokusu bize bir duyu cümbüşü yaşatıyordu. Bir yandan da Endülüs bülbüllerinin geceyi yırtıp kulaklarımıza ulaşan o sakin ve hüzünlü türkülerini dinliyorduk. Etrafımızda da neredeyse hiç kimse yoktu.  
Generalife ve Nasrid Sarayı
                                  

Bahçedeki bir banka oturup bütün benliğimizle bahçenin güzelliğini içimize çektik. İçeride de Müslüman mimarisinin en estetik eserleri bizi bekliyordu. Bahçeden çıkıp sarayı dolaşmaya başladık. Sütunlardaki, kemerlerdeki ve pencere kenarlarındaki mimari işlemelerin ayrıntı zenginliği ve süsleme çeşitliliği Arap mimarisinin ulaştığı en uç noktayı gözlerimizin önüne seriyordu.
Artık 2013 yılında değildik, 700 yıl geriye gitmiştik, her an Nasirilerin soyundan biri karşımıza çıkacak ve bizi sofrasına bir beyit okumaya davet edecekmiş gibi hissediyordum. Gırnata’nın eski günlerini görürüm belki diye işlemeli pencereden dışarı baktım. Uzaklarda eski bir mahalle, yaşlı ve yorgun ışığıyla El Hamra’yı seyrediyordu, sorsak belki, El Hamra’yı bize en iyi anlatacak odur. Yarın oraya gidecektik, Albayzin’e, atmaca avcıları diyarına…
***
Yine türlü türlü daracık yokuşlardan çıkıp carmenleri seyrede seyrede bir tepeye ulaştık. San Nicolas Meydanına varıp El Hamra’yı en güzel yerden görecektik fakat son sokaktan sapıp daracık sokaklardan başka bir meydana çıktık. Arkadaşımız Elena ile buluştuk, güzel bir meydanda Endülüs tapas’larından tadacaktık. Burada, zeytinden, değişik sebzelerden ve deniz ürünlerinden türlü türlü yemekler yapıyorlar. Yemekler küçük küçük porsiyonlar halinde geliyor, böylece hepsinden tatma şansınız oluyor. Burada Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi kültürleri harmanlandığından, ortaya çok ilginç yemekler çıkmış. Hepsi de birbirinden lezzetli!

AlBaysin'den Alhamra ve Granada
Yemek yedikten sonra çok ilginç başka bir tepeye çıktık. Bu tepeye Sacramonte deniyor, yani “kutsal dağ”. Rivayete göre, Hıristiyan azizlerinden biri burada gömülmüş. Kemikleri bulup Vatikan’a gönderilmiş. Tepeyi ilginç kılan özelliği, bu tepedeki mağaralarda insanların yaşıyor olması! Evet, yanlış duymanız, Avrupa’nın göbeğinde mağarada yaşayan insanlar var! İspanya’ya Afrika’nın kuzeyinden gelen ve şehir merkezinde kendine yaşam alanı bulamayan göçmenler bu mağaralarda yaşıyorlar. Üstelik şehrin en güzel manzaralarına sahipler. Turistler korktukları için bu bölgeye gelmiyorlar. Halbuki Granada’ya en büyük geliş nedenleri böyle güzel bir manzara görüp karşısında fotoğraf çekilebilmek. Garip bir yirmi birinci yüzyıl çelişkisi. Bizim yaşlarda Senegalli bir göçmen bize sıcak bir selam verdi. Evinin (mağarasının) önünde duruyordu. Nereli olduğumuzu sordu. Türkiyeli olduğumuzu söyledik. Gülümsedi. “Ben de Senegalliyim. 2002 Dünya Kupası’nda size karşı oynamıştık,” dedi. “Evet, 1-0 yenmiştik sizi.” dedim. “İlhan Mansız devirdi bizi.” dedi gülerek. Bu kadar ayrıntıyı hatırlamasın şaşırdım. Güldük. Bizi kahve içmeye davet etti. Teşekkür edip vedalaştık. Yolumuza devam ettik. Tepe yemyeşildi, sarı sarı çiçekler de yeşillerin arasından gülümsüyor gibiydiler. En tepeden Granada’yı, El Hamra’yı, Albayzin’i seyrettik. Bir zamanlar Atmaca yetiştiricileri atmacalarını bu tepelerde eğitip uçururlarmış. Albayzin de Arapçada “atmaca avcısı” anlamına geliyormuş. Şehri uzun uzun seyredip içimize çektik. Orada oturup biraz dinlendik. Sonraki durağımız El Hamra’nın üzerine kurulu olduğu tepe ile Albayzin’in üzerine kurulu olduğu tepe arasında, aşağıda, yaşayan gitanoların mahallesine uğramaktı. İspanyollar, çingenelere, gitano diyorlar. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, burada da kendilerine özgü bir yaşam sürüyorlar. Endülüs zamanındaki özgür ortamdan faydalanıp baskıdan kaçarak buraya yerleşmişler. Yine dar ve eğimli Arapça isimli sokaklardan geçip oraya ulaştık. En güzel El Hamra manzaralarından biri de bu mahalleden görünüyordu. Çok kimseyi göremedik ama bir yerlerden müzik sesi geliyordu bizi gülümseten. Doğru yerdeydik ama gitanolara özgü şeyler görebilecek kadar şanslı değildik. Akşama kadar Albayzin’in güzel sokaklarında dolaşıp mahallenin mimarisini keşfettik. Ara ara kafelerde oturup kahve içip dinlendik. Gırnata’nın bir zamanlar kurulu olduğu eski şehri son demine kadar deneyimledik. Gün batımına yakın San Nicholas Meydanı’na çıktık. Hani o enfes manzarayı seyredeceğimiz yer… Seyir terasında güzel bir yer kaptık. Anlaşılan buranın sırrını bizden başkaları da biliyordu. Oturup insan elinin üretebileceği en güzel eserlerden birini, El Hamra’yı, seyre daldık. Artık sadece doğanın El Hamra üzerinde şovunu yapmasını bekliyorduk. Güneş batarken etrafı bir kızıllık kapladı ve bu kızıllık El Hamra’nın kızıllığı ile birleşti. Bin Bir Gece Masalları’nın hepsi sanki şişeden çıkmışlardı. Arap kültürünün bu harika eseri, bugüne kadar üretilmiş bütün emeği gizliyor ve bu gizeme, doğanın büyüsü eşlik ediyordu.  Bir raks başlamıştı, insan emeğinin doğayla, ışığın karanlıkla, göğün yerle, iyinin kötüyle raksı… Bu sırada Yahya Kemal’in dizeleri parça tezahür ediyordu: “Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı...”  (…) “Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır” (…) “Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi; Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi...”
Mirador'dan ElHamra

             













24 Temmuz 2013 Çarşamba

12. Kaş - Antalya


24 gündür Kaş’tayız, sadece bir haftacık daha bu güzel şehirdeyiz. Arkasını Toroslara, yüzünü denize ve Yunan adalarına dönmüş güzel bir ev kiraladık. Gündüz çeviri yapıp yedi gibi evden çıkıyoruz, ya denize gidip yüzüyoruz ya da şehrin merkezinde keyifle dolaşıyoruz.
Kaş sanki tam benim için yaratılmış! Antalya’daki herhangi bir sahil şehrinin bütün özelliklerine sahip. Çok güzel bir denizi var, yeşilliği var, adaları var, dağları var, Antalya’nın her şeyine sahip, tek bir farkla... Hiç kalabalık değil! Sanırım buraya ulaşım biraz zor diye çok fazla insan gelmiyor. Ayrıca dağla deniz birbirine çok yakın olduğundan abartılı resort oteller buraya gelememiş, bunun neticesinde aşırı zengin turistler ve onlara yönelik aşırı abartılı eğlence anlayışları burada yok. O yüzden burası orta sınıf tatilcilere kalmış; şehrin büyük kısmında küçük oteller, pansiyonlar var; zaten şehir minicik, on dakikada bir ucundan öteki ucuna yürüyebiliyorsunuz.

***
Kaş’ın hemen karşısında Yunanistan’a ait Meis Adası var. “Meis” Yunancada “göz” demekmiş, geçmişte herhalde bir “Kaş-Göz” ilişkisi kurulmuş bu ikili arasında. Yüksek bir yerden adaya doğru bakınca bu benzetmenin ne kadar doğru olduğunu anlıyorsunuz.
***
Kaş’a aşk şehri diyorlar. Zaten “kaş” kelimesinin harflerini bir karıştır, “aşk” oluyor J Gerçekten öyle galiba, dün şehir merkezinde yürürken şöyle bir çevreme baktım metrekareye en az 3 çift düşüyor! Şehrin dar sokakları, morlu beyazlı begonvilleri, misler gibi kokan yaseminleriyle eski evleri, bu evlerin alt katlarına serpişmiş şirin Yunanvari kafeler, bu kafelerin rengarenk kapıları ve sandalyeleri insana huzurlu bir sevgi ortamı sunuyor. Şehir küçük dedim ya, ikinci üçüncü günden sonra sanki bütün şehri tanımaya başlıyorsunuz. Şehrin bir parçası oluyorsunuz. Kendimi şimdiye kadar hiç turist gibi hissetmedim. Şehrin neredeyse tamamı Gezi Parkı direnişini destekleniyor. Nereden mi anladım? Bütün kafelerde "Diren Gezi Parkı, Kaş Seninle" yazılı bir afiş asılmış.

***
Teke Yarımadası’nın geri kalanı gibi burası da biraz zamanlar Lidya devletine ev sahipliği yapmış. Şehrin her tarafına koyulmuş soylu mezarları, bize şehrin geçmişini ve de ölümün yakınlığını gösteriyor. Rivayete göre Lidyalılar ölümden korkmadıklarını göstermek için mezarlarını gündelik hayatın hemen içine, çarşıya, pazara, parka vs. koyarlarmış. Garip bir gelenek... Şehirde bulunan bir diğer eski yapı Antiphellos isimli amfitiyatro. Denize doğru çıkıntı yapan burnun anakaraya yaklaştığı yerde bulunuyor ve tam olarak Meis Adası’na bakıyor. Çevresi zeytin ağaçlarıyla dolu. En üst katına çıktığınızda, karşısına harika bir deniz manzarası çıkıyor, zeytin ağaçlarının uzayıp bittiği yerde Toroslar başlıyor; birden kendinizi Antik Çağ’da hissedebiliyorsunuz. Zeytin demişken... Güzel ve zarif zeytin ağaçları herhalde bu güzel şehrin sahipleri... Şehrin dört bir yanındalar, evlerin bahçelerinde, sokaklarda, dağlık alanlarda, deniz kenarında... Bu zarif ağaçlara baktığımda önlerinde saygıyla eğilesim geliyor... Muhtemelen şu an şehirde dolaşan bütün insanlardan daha yaşlılar... Aralarında ta Lidyalıları görenler bile vardır muhakkak... Lakin tek dertleri yeni zeytinler vermekmiş gibi öylece duruyorlar ve denizden esen meltemin esintisiyle hafif sallanıyorlar... Üç gündür dolunay var ve dolunayın ışığı altında ilahi bir güzelliğe bürünüyorlar... Kaş’a bir dolunay vakti gelip Antiphellos’a çıkıp denize, dağlara ve güzel zeytin ağaçlarına bakıp belki tarihin belki coğrafyanın belki doğanın kalbine dalmalısın dost. Beni bırakın sabaha kadar zeytin hikayesi anlatırım J
Antiphellos'tan
***
Kaş’ın bir güzel özelliği Patara’ya, Fethiye’ye, Kaputaş’a, Olimpos’a, Kekova’ya yakın olması. Üstelik Kaş, dalma, yamaç paraşütü gibi sporların yapılabildiği, güzel turlara çıkılabilen bir şehir. Biz Saklıkent Kanyonu turuna katıldık, safarivari bir tur. Yapmak isteyenler için ayrıntılarını yazayım, sabah 10’da yola çıkıp Üzümlü Köyü’ne gittik, orada bir çay içtik, safari jiplerinde su savaşı yapılacağı söylendi, içi su doldurulmuş  balon satan çocuklardan balon dolu bir poşet aldık, her biri 12 kişiden oluşan 4 jip vardı, biz başta pek gönüllü değildik, balon alma konusunda ama yola çıkıp da savaş başladığında, keşke daha alsaydık diye hayıflandık, eğlencili bir aktivite oldu. Sonrada Saklıkent kanyonuna gittik, bu gibi sudan geçip kanyon boyunca trekking yaptık; kanyonun içinde yürümek keyifliydi. Sonrasında tura dahil olan yemeği yedik (açık büfe meze artı balık veya tavuk) içinden nehir geçen bir restoranta. Ardından Xanthos antik kentine gittik, sonrasında Patara Plajı ile Kaputaş plajını ziyaret ettik. Antalya’daki güzelliklerin çeşitliliğini takdir etme şansı bulduk J Patara plajı sıcak, kumlu ve sığken kanyonun denizle buluştuğu bir noktada bulunan Kaputaş plajı soğuk, taşlı ve derindi. Kaputaş plajına falez gibi bir yerden uzun bir merdivenle iniliyor, yukarıdan harika bir manzarası var. İki yüzüşten sonra Kaputaş’ın üst kısmındaki köprünün orda durup gün batarken karpuz yedik. Bu turun ücreti 60 tl idi. Bizim yapmadığımız ama sizin yapabileceğiniz bazı turlar hakkında da bilgi vereyim dostlar. Denizden Kekova turu en çok övülen tur. Deniz kenarındaki tarihi kalıntılar görülebiliyor ve bazı güzel yerlerde yüzülebiliyor, öğle yemeği dahil küçük teknelerde 60, büyük teknelerde 45 TL. Dalma 35 Euro. Yamaç paraşütü de 200 TL. [Yamaç paraşütünü yapmak içimde kaldı. Bana baya pahalı geldiği için başka zamana kaldı J Yapmak istediğim her şeyi de yapmayayım zaten, yaşamının bir anlamı kalsın ;)]   Genelde fiyatlar standart. Ayak üstü şehrin tanıtımını yaptım resmen. Ha bir de yeşil pasaportu ya da Schengen’i olanlar için Meis Adası’na gitme şansı var. O da 60 TL. Bu arada evdeki radyolar ilginç şekilde sadece Yunan radyolarını çekiyor. Kahvaltı ederken her gün Yunan müzikleri dinliyoruz. Çok keyifli oluyor, hatta frekans da vereyim 104.3. Güzel müzikler çalıyor. Arada Türkçesi de olan bazı şarkılara denk geliyoruz. Yunanlarla ortak bir şeyler paylaşmaktan çok keyif alıyorum J Keşke şu burnumuzun dibindeki Meis’e vizesiz gidebileydik.
Kafelerden herhangi birini övmeyeceğim, hepsi güzel hepsine gidebilirsiniz. İyi sebze meyve yemek isterseniz, Cuma günü kurulan semt pazarına gidin, biliyorsunuz Türkiye’de en güzel sebze meyve Antalya’dan çıkar. Sakın marketlerdekinden almayın, cumayı bekleyin ;)

***

Ben bu şehri çok sevdim arkadaş! Sokaklarını, sükunetini, denizini, doğasını, dost alakargaları, arada bir evin yanından geçip giden arap bülbüllerini, gün boyu dağdan süzülme oyunu oynayan kumruları, masmavi denizi, begonvillerin morunu, yaseminlerin kokusunu, zeytinin yeşilini, Toros’un heybetini, yakamozlarının davetkarlığını... Kaş’a aşk ve Kaş’ta aşk başka...





25 Mayıs 2013 Cumartesi

11. Venedik - Kalbur Üstünün Büstü

Floransa’dan sonraki durağımız Venedik’ti. Floransa’dan yola çıkıp akşama doğru Venedik’e vardık. Venedik’te hosteller çok pahalı olduğundan geceyi Venedik’te geçirmeyecektik. Gökhan’ın Trevisolu arkadaşı Stefano’nun yanına, Treviso’ya gittik. Yani Venedik’teki tren istasyonunda iner inmez, yeniden trene binip Treviso’ya geçtik. Çok uzak değildi zaten. Geceyi Treviso’da geçirip sonraki sabah Venedik’e dönecektik. [Bu arada Venedik’i gezmeyi planlayanlara böyle bir şey yapmalarını tavsiye edebilirim. Venedik’te değil de çevre kasabalarda hostellerde daha ucuza kalabilirler].
Treviso'daki nehir
Treviso Meydanı

Geride bıraktığımız sekiz şehrin yorgunluğu üzerimizdeydi. Sağolsunlar Stefano ve ailesi, yaptıkları güzel İtalyan yemekleriyle yorgunluğumuzu atmamıza yardım ettiler J Çok güzel bir akşam yemeğinden sonra Treviso’yu gezmeye çıktık. Güzel, eski bir meydanı vardı. Işıklandırması çok hoştu. Tembel tembel akan bir nehir, eski yapıların arasında dolaşıp Adriyatik Denizi’ne doğru yol alıyordu. Bir şeyler içip eve döndük, uyuduk. [sakin bir şeyler yapmaya ihtiyaç duyuyorduk J]
Sonraki gün Venedik… Sabah erkenden yola çıktık. Stefano’nun annesi bize güzel sandaviçler yaptı. Bizi bekleyen “pahalılık” tehlikesine karşı uyardı. Sonrası tren… Venedik adalarına sanırım deniz doldurularak yapılmış tren yolu üzerinden geçiliyor. Trendeyken, kendinizi suyun üstünde gidiyor sanıyorsunuz.
Adaların hemen girişinde Santa Lucia tren istasyonu var. Orada indik. İnterrail çantalarımızı emanetJ 

e bıraktık. Sonra şehri keşfe çıktık. İtiraf etmem gerekir ki interrail yolculuklarımız sırasında en beğenmediğim şehir Venedik oldu. Tuhaf olmasına tuhaftı, güzel olmasına güzeldi ama tamamen bir üst sınıf şehriydi. Etrafta gezen insanlar, işyerleri, evler her şey altsınıfları dışlıyordu, o yüzden bu şehre kendimi çok yabancı hissettim. Böyle hissetmem biraz da yolculuk yapmaktan bıkmaya başladığımızdan olacak herhalde. Bunun dışında, gözüme çarpan ilginçlikleri anlatayım
Şehirde sokak yerine kanallar var. Tek ulaşım biçimi deniz ulaşımı. Taksiler, çöp toplama araçları, ambülanslar hep gemi, kayık vs. Ve her mahalleye köprüler geçerek gidiyorsunuz.
Canal Grande
 Elimizde harika olmasına rağmen bu bağlantılar kaosunda defalarca kaybolduk. Niyetimiz San Marco meydanına gitmekti. Önce Rialto Köprüsü’ne uğradık. Bu köprü Venedik’teki Ponte Vecchio gibi, üzerinde mağazalar bulunduran bir köprü. Mağazalarda yalnızca turistik eşyalar satılıyor. Sanırım bütün Venedik’te yalnızca turistik eşya satan yerler var. Venedik, yukarıdan bakınca Canal Grande’nin ayırdığı iki büyük ada ve bu adaların çevresindeki irili ufaklı adacıklardan oluşuyor. Köprü Canal Grande üzerine kurulmuş. Köprüyü aşıp dar kanalların üzerindeki küçük köprüleri aşa aşa San Marco meydanına geldik. Ünlü katedrali dışarıdan seyrettik. Venedik’te amaçsızca gezindik. Artık bezmişlik hali vardı üzerimizde. İkinci ada parçasının sonundaki parka gittik. Bakta saatlerce oturduk. Parkın yanında o ünlü Venedik Bienali vardı. Girmedik J Bankta oturup her beş dakikada bir geçen transatlantikleri saydık, İtalyanın turizmden ne kadar para kazandığını hesaplama çalıştık Türk mantığıyla. J Anlayacağınız o meraklı ruhu bir süreliğine rafa kaldırmıştık. Artık Türkiye’ye dönme arzusunu hissetmeye başlamıştık.

Gün batarken kaybola kaybola tren istasyonuna döndük. Tren kalkana kadar merdivenlerde oturduk. Bir sonraki yolculuğumuz Viyana’ya idi.
San Marco Meydanı








10 Mayıs 2013 Cuma

10. Floransa - Güzeli Doğuran Güzel


Uzun süredir yazamıyorum. Geride kalan zamanda güzel bir İspanya’ya turu yaptım, yedi (Barselona, Madrid, Granada, Malaga, Cordoba, Sevilla, Valencia) şehir gezdim. 2011 İnterrail turu yazılarımı tamamladığımda, ki tamamlamama birkaç şehir (Venedik, Treviso, Viyana ve Prag) kaldı, onları da bir bir ekleyeceğim. Şimdi bir güzeller güzeli Floransa ile devam edeyim… [ Dan Brown’ın son kitabı Cehennem’in kapağında Floransa’nın resmini gördüm. İlginç bir Floransa macerası bizi bekliyor herhalde]
***
İtalya’da Rönesans’ın Floransa’da başladığı söylenir çünkü Rönesans’ın en büyük sanatçılarından Leonardo da Vinci ve Michelangelo bu güzel şehirde yetişmiş ve belki tuvale ilk dokunuşlarını burada deneyimlemişlerdir. Büyük yazar Dante de bu şehrin havasından suyundan tadıp yazmıştır en büyük eserlerini. Boticelli, Machaivelli ve daha birçok sanatçı ve yazar buranın havasını solumuştur. Bu kadar çok sanatçının bu topraklarda yetişmesinin bir tesadüf olduğunu düşünüyorsunuz belki. Floransa’yı görene kadar ben de öyle düşünüyordum. Lakin Floransa, sanatın kendisi olarak doğmuş bir şehirmiş meğer. Bir yanda doğanın sanatkar elleri, diğer yanda estetik insan elinin ortak emekleriyle yaratılmış Floransa. Güzele bu kadar maruz kalıp sanatçı olmamak mümkün mü? Şehirde gezerken yahut yüksek bir tepeye dikilmiş Musa heykelinin önünden şehre bakarken elinizi yüzünüzü düzeltme ihtiyacı duyuyorsunuz, konuşurken seçtiğiniz kelimelere dikkat ediyorsunuz, bir şiir peyda oluyor dilinize ya da bir şarkı...
                     
Floransa’yı çevreleyen tepelerin birinde, turistik bir çadır kampında kaldık. Sıradan bir hostel yerine, böyle bir yerde kalıp değişik bir şey yapalım diye düşünmüştük. Komiktir, Floransa’ya giderken şehrin nasıl bir şehir olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yoktu, basit bir şehir sanıyorduk, bari şehri gezmekten sıkılırsan, ormanda dolaşır, temiz hava alırız diye çadır kampını tercih etmiştik. Şimdi bu fikir çok komik geliyor J
Eşyaları çadırda bırakıp tepeden aşağı, şehre doğru yola çıktık [Çadırlar bildiğimiz çadır gibi değil, prefabrik binalar gibi, küçük evcikler, içlerinde yatak var ve kapıları kilitlenebiliyor]. Sabahın o saatinde dahi, Arno Nehri’nin iki yakasına dantel gibi işlenmiş Floransa şehri harikulade görünüyordu. Ormanlık alandan inip eski ve güzel evlerin arasına, temiz ve düzenli sokaklara daldık, biraz yürüdükten sonra Ponte Vecchio’ya [Eski Köprü] geldik. Ponte Vecchio, çok tuhaf bir köprü. Üzerine gecekonduvari kulübeler inşa edilmiş, kulübelerin renkleri turuncudan başlayıp sarının her tonunu dolaşıyor. Kulübe dediğime bakmayın, hepsi mücevher dükkanı olmuş şimdi. Bu köprü 2. Dünya Savaşı’ndan sağlam çıkan tek köprüymüş. Bu köprüye günbatımında döneceğiz ve en güzel günbatımlarından birine tanık olacağız. 
Ponte Vecchio
Şimdi yolumuza devam edelim. O koca kubelli binayı bulalım. Köprüyü geçince, sağa döndük, nehir boyunca devam eden kemerli sokak boyunca yürüdük. Uffizi Galerisi’nin gölgesi altında yürüyorduk. Uffizi Galerisi de dünyanın en Rönesans koleksiyonlarından birine sahip. Hemen yanında da Galileo Müzesi var. İkisini de gezmek istedik, fakat bu ziyaretleri, mücbir sebeplerden ötürü, bir başka Floransa seyahatine bırakmaya karar verdik. Sola dönüp küçük bir sokağa girdik. Her yanımız buram buram Rönesans kokuyordu [Abartıyorumdur belki]. Kokunun geldiği yer Piazza della Signoria [Türkçeye Hz. Meryem Meydanı diye çevirebiliriz sanırım] imiş. Bu meydanda Neptün Çeşmesi’ni, Herkül heykelini ve meydanı süsleyen diğer heykelli gördük. Heykeller şehrin sanatsal karakteriyle çelişir gibiydiler. Kafa kesme, savaş ve öldürme temalarıyla yapılmışlar. Savaşı da estetize etmeye mi çalışmışlar diye düşündürtüyor.
 
Zihnimizde canlı imgelerle yolumuza devam ettik. Yine dar sokaklara girip yeni bir meydana ulaştık. Bu sefer karşımızda, bütün heybetiyle, Santa Maria del Fiore Katedrali, nam-ı diğer Duomo [kubbe] duruyordu. Bir sanat tarihçisi olsam katedral üzerindeki görkemli süslemeleri uzun uzun anlatırdım ama cahil bir izlenimci olarak sadece çok etkileyici olduklarını söyleyebiliyorum. Özellikle kubbe çok güzel. Dünya’nın en büyük katedral kubbelerinden biriymiş. Bu yorumu neden yapıyorum bilmiyorum ama çok dostane bir havası var. O boğuk gotik kubbelere hiç benzemiyor. Herhalde Rönesans yapısı olmak böyle bir şey.
Duomo’nun yanından ayrılıp gün batımına kadar Floransa sokaklarında dolaştık, büyük ihtimalle tarihsel anlamları çok önemli olan yapılar gördük, tuhaf İtalyan yemekleri yedik, gezdik dolaştık. Gün batımına yakın tepemize dönüp güzel manzarlı bir yerde oturup şarap içmeye karar verdik. Güneş hafiften tepelerin koynuna girmeye başlamıştı. Gökyüzünde kırmızının ve mavinin tonları menevişlenmeye başlamıştı. Son sokağı geçip Ponte Vecchio’ya geldiğimizde, güzel bir klasik gitar sesi duyduk. Ses köprünün ortasından geliyordu. iki gitarist, Arno Nehri’nin mendereslerinin, tepelerin ve güneşin birleştiği yerde yitmekte olan güne bakıp güzel bir şarkı çalıyorlardı. Öylesine güzel bir ses ve görüntü cümbüşüydü ki kelimelerin ve fotoğraf makilerinin kifayetsiz kalacağını düşünüyorum. 
Zira çektiğimiz fotoğraflara baktım. O gün gördüklerimizin yüzde birini bile yakalayamadığımızı fark ettim. 
Hatırlama yetimin yardımı bile yetersiz. Gidip yine görmek lazım! Karanlık çökünceye kadar orada durduk ve Güneşle Dünyamızın ışık dansını seyrettik. Rönesansın büyük ressamları, fırçalarını bu ışığı sürüp resim çiziyor olmalıydılar!
Güzel bir manzara da bizi tepemizde bekliyordu. Musa amcamızın heykeline kadeh kaldırıp geceliğini giyinmiş Floransa’ya çapkın çapkın baktık; bu şehir insanı güzelliği ile sarhoş ediyor…