Barselona, İstanbul, Paris, Madrid, Berlin, New York, Prag, Beyrut, Dubai, Sidney, Buenos Aires, Cape Town, Tokyo, Marakeş, Havana... Dünyadaki gezilmeye değer tüm şehirler hakkında seyahat yazıları, tavsiyeler...
H.G.Wells'in Görünmez Adam kitabının girişini hatırlatan güzel bir şarkı :) In from the coast, riding like the wind and racing the moon, Shadows on the road, dancing and a-weaving like a crazy fool. A horseman is coming, death in his heart, for a rendez-vous, And where the traveller goes, nobody knows, Where the traveller goes, nobody knows....
A candle in the night, fear on every face when he goes inside (Maybe he's on the run?) Get back from the bar! A stranger in town is a dangerous sight (Maybe he's got a gun?) "Bring a bottle of whisky, landlord, I wanna talk for a while." And where the traveller goes, a cold wind blows, Oh, where the traveller goes, a cold wind blows....
There is something in his eyes, something in his hands, You can almost smell his revenge! And whoever he is after, it will be disaster: This man is gonna take him to the very end....
Well, the landlord he trembled, staring at a face he'd seen somewhere
before. (You laid him in the ground) Suddenly remembers a killing, yes, a murder, many years before. ('T was you that shot him down) He said to a boy: "Saddle me the black, I'll meet you down below. With this man I must talk, with this traveller I'll go, With this man I must talk, yes with him I must go."
There is something in his eyes, something in his hands, I can almost smell his revenge! And it's me that he's after, it will be disaster: This man is gonna take me to the very end....
1. Arapçadan Türkçeye
geçmiş olan "ruh" kelimesi, insanın bedeninin ötesindeki, maddesel
olmayan varlığını anlatmak için kullanılır. Ruh ve beden arasında bir ayrım
yapılır ve genellikle sonsuz kabul edilen ruh, sonlu bedenden üstün tutulur.
Kutsal dinlerin neredeyse hepsi, bedenin isteklerini köreltmeyi, ruhun
isteklerini ise yüceltmeyi önerir.
Arapçada "ruh"
kelimesine benzeyen bir kelime daha var. Doğrudan bir bağlantı var mı
bilmiyorum ama bağlantı kurmayı deneyeceğim.
2. "ruH
(ru7)", "Git(mek). Seyahat etmek." anlamına geliyor. Buna çok
benzeyen ve kökdeş olduklarını düşündüğüm bir kelime daha var: Rıhle. Bu kelime
sanki "ruh" ile "ru7" kelimelerini birbirine yaklaştırıyor,
anlamı şöyle:
3. "Rıhle, asıl anlamıyla
Arapçada bir yerden diğerine göç etmek anlamındaki "rahale" kök
fiilinin mastarıdır.
Hadis ilminde, muhaddislerin yeni
hadisler öğrenmek için uzak diyarlara yaptıkları ilim yolculuklarına rıhle
denir." (Vikipedi)
4. Şimdi biraz etimolojik kurcalama
yapayım, Sevan Nişanyan'ın Nişanyan Sözlüğü'nde "ruh" kelimesinin
anlamı şu şekilde verilmiş:
Ar rūḥ روح [#rwḥ msd.] 1.
nefes, soluk, rüzgâr, esinti, ruh, 2. güzel koku (= Aram rūχā רוחא a.a. = İbr rwχa רוחa.a. )
5. Sentezleyecek olursam, “ruh”,
rüzgar gibi, durduğunda anlamını yitiren, gitmeye ve öğrenmeye meyilli bir
varlıkmış gibi bir anlama ulaşıyoruz.
Bütün bunları yazmak,
nerden aklıma geldi? Akşama doğru odama gelmek için kampüste yürüyordum, sert
esen rüzgar ağaçları dans ettiriyordu. Hiç rüzgarın sesini anlamlı bir kelimeye
dönüştürmeyi denediniz mi? Ben denedim, bence rüzgar, “Ruuuuuuuhhhhh!” diye
esiyor; dinleyin bir gün; mistik bir sestir bu; gözlerinizi birkaç saniyeliğine
kapayın; çıkaracağınız anlam size kalmış. Doğa bu sesiyle bana seslendiğinde,
ben gitmem gerektiğini anlıyorum; bilmek, öğrenmek için gitmek gerek, uzaklara…
Roma’yı gezecek iki günümüz oldu. Yine dolu dolu adımladık
şehri. Her tarafını keşfettiğimizi söyleyebilirim. Ama çok büyük bir eksiklik
kaldı: Vatikan Müzesi’ne gidemedik. Yani Roma’da asıl görmemiz gereken hiçbir
şeyi göremedik. Polis memuru bana müzenin kapalı olduğunu söylediğinde başımdan
aşağı kaynar sular döküldü. Demekki bir dahaki sefere müzelerin ne zaman
kapandığına bakmamız gerek. Çok üzüldüm özünde. Kendime ödev veriyorum.
Türkiye’ye dönünce Vatikan Müzesi hakkında bolca okuyacağım.
Rönesans ruhunun eksikliği ile sokak sokak yürüdük. Ve gerçekten
her yanı tarihi olan bir şehir önümüze serildi. Bu kadar yoğun tarihselliği
olan bir şehir daha görmemiştim. İstanbul’da bile bu kadarı yok. Tek tek
eserleri anlatmayacağım. Anlatmaya dilim de gücüm de yetmez. Antik Yunan’dan
ödünç alınmış Tanrılar geleneği ile sonradan hıristiyanlaştırılmışlığın
harmanlandığı eserler topluluğu müze şehir. Roma İmparatorluğu ülkemizin
sınırları içinde de hüküm sürdüğünden benzeri eserleri ülkemizde defalarca
gördüm, o yüzden garip şekilde içimde bir yabancılaşma hali dolaştı. Gördüğüm
her eser bende dejavu etkisi yarattı. Yani bütünsel olarak baktığımda Roma beni
pek heyecanlandırmadı. Sadece adım başı karşımıza çıkan geniş meydanlar çok
etkileyiciydi, özellikle de Piazza Navona. Ortasında ihtişamlı bir çeşme ve
çevresinde ressamlarıyla çok güzeldi.
Sanırım bir Roma gezisinden verim alabilmek için sanat
tarihçisi olmak ya da sadece şehir hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmak gerek.
Neyse, bu şehri dolaşırken insanın içine dolan hislerden
biri “geçicilik hissi” oluyor. Koca Roma İmparatorluğu’ndan geriye ne kalmış
diyorsunuz Arkeolojik bölgeye gelince. Sonra şimdiki Koca Amerikan
İmparatorluğu’nu düşünüp gülümsüyorsunuz.
Gelecekte bir gün McDonalds’lara tarih görmeye mi gidecek çocuklar merak
ediyorum doğrusu J
Son olarak, bütün Avrupa’da gördüğüm ve Roma’nın da
istisnası olmadığı sorun: Göçmen sorunu. Gerçi “sorun” demek Avrupalı bakış
açısını yansıtıyor. O yüzden çok
kullanmak istemiyorum.
Kolezyum’a da, Vatikan’a da, gitseniz, hem tarihi eserlerin
çevresinde, hem de ara sokaklarda, ana caddelerde farklı milletlerden birçok
insan, özellikle de ağırlık olarak Güney Doğu Asyalılar, Çin’den gelme turistik
ürünleri satıyorlar. Yine bu bölgelerde İtalyan sayısı oldukça az.
Kaldığımız hostelin sahibi Bangladeşliydi, gittiğimiz
İnternet Kafe, Kuzey Afrikalı Araplara aitti. Dolaştığımız ara sokaklarda hep
“üçüncü dünya ülkesi” vatandaşları hayatta kalma mücadelesi veriyordu. Sokakta
yaşayan insan sayısı da oldukça fazlaydı. İdeal düzeni kurduğunu iddia eden
Avrupa bu sorunu aşamıyor mu merak ediyorum.
Başka merak ettiğim şeyler de var. Bu göçmenler buradaki
tarih hakkında ne düşünürler, ne hissederler. Sadece işlevsel bakarlar deyip
kestirip atmak istemiyorum. Belli kurgular vardır, onların kafasında da.
***
Roma’yı 30lu, 40lı yaşlarda kadınlar sarmış. Komikler. Tarih
meraklarından mı acaba diye merak ettim ama İspanyol Merdivenleri’ne doğru
yürürken sebebini anladım. Dünyanın en ünlü moda markalarının hepsi bu çevrede.
Ve bahsettiğim kadınlar, tarihi eserlerin önünde fotoğraf çekildikleri gibi bu
mağazaların önünde de fotoğraf çekiliyorlardı. Gerçekten komik!
Böyle böyle bitti, gitti Roma… Bol bol yürüdük yine,
gözlerimiz tanık oldu, Koca Roma’nın şimdiki “mezarına”.
Vatikan
Roma Antik Şehir
Piazza di Navona
Roma’nın içinde minik bir bağımsız şehir olarak duran Vatikan’a,
oradaki koca katedrale girdik. Sanatın bütün gücü, burada, dünyanın en yaygın
dinini yüceltmek için kullanılmış. Sanat bir dinin ana yapı taşlarından biri
olabiliyor: sonsuzluğu görselleştirip insanın minikliğini yüzüne vuruyor: öte
dünyayı resmediyor, korkutuyor, umutlandırıyor, sanat Roma’da ve Vatikan’da her
yerde!
Roma’yı Gezeceklere Öneriler
1. Roma çok yoğun bir şehir; öyle bir iki günde gezilmez. En
az 5 gün ayırmanız gerekir.
2. Taşıt kullanmayın, elinize harita alın. Rotalar çizin.
3. Vatikan’a gidin, Vatikan Müzesi’ne bir gününüzü ayırın.
4. Roma meydan zengini bir şehir, meydanların keyfini
çıkarın.
5. Şehre gitmeden bol bol bilgi edinin şehir hakkında ya da
hiçbir şey öğrenmeden gezin ama sanırım bişeyler öğrenmek en mantıklısı. Daha anlamlı
kılıyor bakış açınızı.
6. Güzel yemekler yeme şansınız var; keyfini çıkarın.
Roma yazısını yazmadan önce Barselona’dan Roma’ya geçiş
sürecimizi anlatsam iyi olur sanırım. Bu yolculuk bizim için tam bir maceraydı.
Avrupa’daki tren rayları ağının çok güzel bir özelliği var.
İstediğiniz her yerden istediğiniz her yere doğrudan ya da dolaylı olarak trenle
ulaşmanız mümkün. Biz de İnterrail biletimiz olduğundan, mümkünse en doğrudan
şekilde Barselona’dan Roma’ya geçmek istiyorduk; fakat, interrail biletiniz
olsa da bineceğiniz trene koltuk rezervasyonu yaptırmanız gerekir ki bunun için
genelde 3-10 Euro arasında değişen bir ücret ödemeniz gerekir. Neyse, Barselona
Sants tren istasyonuna gittik rezervasyon yaptırmak için. Fakat gideceğimiz
tarihteki tren için bizden sadece rezervasyon bedeli olarak 125 Euro istediler.
Sadece rezervasyon! Tabii ki o parayı vermedik, daha ucuz bir yöntem var mı diye
sorduk, “doğrudan değil, dolaylı-aktarmalı-gitmeniz gerekir” dediler. Böyle
yapınca neredeyse hiç para ödemeyecektik. DeutschBahn sitesi gidiş-dönüş
noktaları arasını en ucuz nasıl gidebileceğinizi gösteren bir sistem kurmuş,
girip bakabiliyorsunuz. Görevli bize aktarmalı gidiş listesi verdi, bir baktık
7 tren değiştirmemiz gerekiyor! J
İnterrail bu, böyle yaşanmalı dedik, kendimizi gaza getirip yola çıktık! Toplamda
26 saat süren yolculuğumuzda, sırasıyla şöyle bir rota izledik:
1.Barselona-Portbou
2.Portbou-Cerbere (İspanya’dan Fransa’ya)
3.Cerbere-Montepellier
4.Montepellier-Marsilya
5.Marsilya-Nice
6.Nice-Ventimiglia (Fransa’dan İtalya’ya)
7.Ventimiglia-Roma
Yolculuğa çıkacağımız gün Barselona’da bir bayram tatili varmış,
bilmiyorduk (Dünyada en çok bayram tatili yapan ülke İspanya’dır herhalde,
sürekli bayramları var, bizden çok, emin olun). Aslında niyetimiz Barselona’dan
Cerbere’ye erken giden bir trene binmekti çünkü elimizdeki tren listesine göre
biz Cerbere’ye vardıktan iki dakika sonra Montpellier’e gidecek tren
kalkacaktı, yetişememe şansımız vardı. Bahsettiğim tatil durumu yüzünden
Barselona-Cerbere trenlerin sıklığı azaltılmıştı ve bineceğimiz tren yine iki
dk kala yetişecekti. O yüzden O yüzden İspanya’nın Fransa sınırındaki Portbou
şehrine erkenden gidip oradan Cerbere’ye geçmeye karar verdik. İki şehir
birbirine çok yakın görünüyordu, herhangi bir vasıtayla geçebilirdik, hatta
yürüyebilirdik. Neyse Barselona-Portbou trenine atladık. Portbou’ya geldik,
fakat bir baktık, iki şehir arasında kocaman bir dağ var! Cerbere’ye geçmemiz
mümkün değildi. Mecburen 1 saat sonra gelecek olan Barselona-Cerbere trenini
bekleyip 2 dakika içinde diğer trene yetişmeye çalışacaktık. Bakalım yetişebilecek
miyiz?
Önümüzde bir saat vardı. Portbou şehri, dağ yamacında,
Akdeniz’e kıyısı olan şirin bir kasaba şehriydi, az sayıda ev ve güzel bir
sahilin toplamından ibaretti, girip yüzesimiz geldi ama işte aklımızda hep tren
vardı, biraz dolanıp gölgelik bir yer bulup oturduk. Herhalde bu tuhaf şehre
gelen ilk Türkiye vatandaşları bizleriz diye düşünürken bizim gibi sırtçantalı
iki arkadaş geldi, “Türk müsünüz?” diye sordular, güldük. “Evet” dedik,
muhabbete başladık. Neyse bir saatin sonuna doğru istasyona çıktık, istasyonda
hız alıştırmaları yaptık, merdiveni kırk saniyede inip çıksak, biraz koşup
trene yetişebiliyorduk. Sonra bütün motivasyonumuzla Cerbere trenine bindik,
yolculuk 16 dakika sürdü, kapı açılır açılmaz, trenden indik, istasyonun içine
koştuk; fakat beklemediğimiz bir şey oldu, Fransa!’ya geçiş yapacağımız için
pasaport göstermemiz gerekiyordu! Bilseydik pasaportları hazırlardık ama
bilmiyorduk. Pasaportlar bende duruyordu, inanılmaz bir hızla çantamı açtım,
dosyanın içinden pasaportları çıkardım, görevliye gösterdim, acelemiz olduğunu
söyledim, hemen onaylayıp geçirdiler bizi, Montpellier trenin yerine saptadık,
var gücümüzle koştuk, tren hareket etmek üzereydi, koştuk, tam kapılar
kapanırken trene atladık, biz bindik ve tren hareket etti! İçimizdeki mutluluğu
tarih etmem mümkün değil herhalde! J
Montpellier’ye vardık, amacımız doğrudan Nice şehrine
geçmekti, fakat Nice’e giden trenin dolu olduğunu öğrendik, görevli bize
Marsilya’ya geçip oradan Nice’e gidebileceğimizi söyledi. Böylece Marsilya’ya
giden trene bindik, Marsilya’yı da görmeyi çok istiyordum zaten, en azından
özet olarak görebilecektik. Marsilya’ya vardık, Nice trenine biletimizi aldık.
Burada da 45 dakika durduk, bu sırada gün batıyordu artık. İstasyonun hoş bir
terası vardı, bu terastan Marsilya’da günbatımını seyrettik. Marsilya da bir
Akdeniz şehri ve her Akdeniz şehrinde olduğu gibi orada da güneş çok güzel
batıyordu.
8. Şehir: Nice
Sonrasında Marsilya’dan Nice’e geçtik, vardığımızda saat
gece 12 civarıydı ve Nice’te beş saat beklememiz gerekiyordu. Hakkında hiçbir
şey bilmediğimiz bu Akdeniz şehrinde 5 saat! Garip olacaktı, istasyon
kapanınca, istasyonun önünde oturduk, görünüşe göre şehrin banliyölerindeydik.
İstasyonun çevresi son derece tehlikeliydi, Fransa’nın Afrika sömürgelerinden
geldiklerini düşündüğüm bazı tipler, istasyonun çevresinde dolaşıp gelene
gidene sataşıp para istiyorlardı ve sayıları gittikçe artıyordu. Sonradan
öğrendiğime göre Nice, Fransa’nın en büyük sanayi şehirlerinden biriymiş, her
sanayi şehrinde olduğu gibi, kapitalist yaşam biçiminin artığı durumda olan
insanlar burada da vardı maalesef; yaşam buradaki insanları kötü olmaya
sürüklemişti; onlar için üzülüyordum ama yine onlardan korkuyorduk, ellerinde
bıçakları vardı ve her an her şey yapabilirlerdi. Oradan uzaklaşmak mantıklı
olacaktı ama nereye? Tek gördüğümüz banliyö binalarıydı, açık bir yer bulsak,
sabah beşe kadar otursak iyi olacaktı. Fakat her an birileri bize
saldırabilirdi. O anda insanoğlunun en doğal dürtülerinden birini kullandık:
ittifak aradık. 7 kişilik bir İtalyan interrail grubu da bizimle aynı
durumdaydılar. Yanlarına gidip birlikte dursak, iyi olacak dedim, haliyle başta
şüphelendiler, sonra biraz konuşunca ikna oldular, sonra hep birlikte oradan
ayrıldık, değişik değişik yollardan geçip sonunda, sahile vardık. Akdeniz’i
görünce insan huzur buluyor. Başta içimi saran korku uçup gitmişti. Sahilde bir
iki saat oturduk, sonra yakınlardaki bir parka geçtik, herkes uyudu, ben
uyumadım, çevremi seyrettim, yazı yazdım, düşündüm. Bu arada ikide bir hayat
kadınları, sarhoşlar ve türlü türlü tipler yanımızdan geçiyorlardı. Garip
gerçekten garip: gece şehirler farklı dünyaları misafir ediyor.
Beş saat zor geçti, hiç bitmeyeceğini sanıyordum, fakat
bitti. Nice’ten İtalya’nın Ventmiglia şehrine geçtik, Ventmiglia’da da çok
durmayıp bizi nihayet Roma’ya götürecek trene bindik. Uzun bir yolculuktan
sonra 14.03’te Roma’ya vardık. Zor bir yolculuk oldu ama güzel bir deneyimdi,
çok şey öğrendik, en güzeli de bir kuruş bile ödemedik J
Barselona ne güzel şehir!
Çeşitlilikle dolu! İnsanlar çeşitli, mimari çeşitli, giysiler, yiyecekler ve
her şey çeşitli! Cümbüş dedikleri bu galiba. Bakhtin’in “polifonikleşme” dediği
kavram geliyor aklıma Cervantes’in Don Quijote’si için kullanıyordu. Türler
çoğalması… Cervantes’i daha iyi anlıyorum şimdi. Bu topraklarda yaşayıp böyle
bir kitap yazmamak olmazdı zaten. Yetmez ama! Dünyan bu kadar çeşitliyken öyle
bir kitapla kurtuluş olmaz, diğerleri yani bugünün İspanyol Yazarları ne
yapıyorlar acaba? Bu topraklarda çok zengin bir ifade gücü var. Kimleri kimleri
gördü… P. Picasso, S. Dali, Gaudi, Cervantes, Lorca…ve benim tanımadığım daha
bir sürü sanatçı…Ortak özellikleri hepsinin kendi alanlarında sanatsal
devrimlere imza atmış olmaları. Neyse bu kadar soyut bir girişten sonra,
İnterrailci kimliğimze geri dönüp ray üstünde devam edeyim J
***
11 Ağustos günü Paris’ten,
bizi Barselona’ya götürecek trene bindik. Fransa sınırına yakın İspanya
Figueres şehrinde, Barselona’ya giden trene aktarma yaptık [İlginç bir bilgi:
Faşist Diktatör Franco döneminde, İspanya’daki raylar normalden çok daha geniş
yapılmış. Amaç düşman saldırısı durumunda, düşmanların asker-mühimmat vs.
taşıyan trenlerinin ülkeye girmesini engellemekmiş]. Gece yarısına doğru
Barselona Sants istasyonuna geldik. Gideceğimiz hostele, sonraki sabah 11.00’da
girecektik. Geceden gidip fazladan kişi başı 25 Euro vermek istemedik. Yaklaşık
11 saat beklememiz gerekiyordu. Önce istasyonda bekleriz diye düşündük ama
istasyon gece 12.00’da kapandı! Böylece hakkında hiçbir fikrimiz olmayan bir
şehirde, dışarıda kalakaldık! Al sana interrail ruhu! Çantalarımız kocaman
olduğundan ve de çok yorgun olduğumuzdan şehri keşfetmeye çıkamazdık. Şehrin
tehlikeli olduğunu falan da duymuştuk, tırsmadım değil, eşyalarımız kaybolsa,
başımıza neler gelebileceğini düşünmek bile istemiyordum. Tren istasyonuna
yakınında u şeklinde büyükçe bir bankta oturduk. 11 saat belki hemen geçer diye
düşündüm. Saatimi her kontrol ettiğimde daha 5 dakika ya da 10 dakika geçmiş
oluyordu. Bulunduğumuz caddede yollar bomboştu, insan yoktu, gökyüzünde harika
bir dolunay vardı. En azından o, bize arkadaşlık ediyordu. Oturduk, oturduk,
oturduk… Varlığımızın tek sebebi zamanın geçmesini beklemekti sanki. Ay’ı
seyrettikçe seyrettim, bu görüntüyü unutmak istemiyordum, kısıtlı resim çizme
becerimle gözümün önündeki görüntüyü çizdim:
Gece, Ay ve Barselona
Saat 2 gibi yanımızdaki
diğer banka iki kişi geldi. Önce çekindik haliyle, sonra baktık bizim gibi iki
interrailci. Tanıştık, konuşmaya başladık, Arjantinli iki arkadaş. Bizimle aynı
dertten bu geceyi dışarıda geçireceklermiş. Sonra bir de Fransız bir arkadaş
katıldı bize. Beşimiz muhabbet etmeye başladık. Eğlenceli insanlardı, onların
varlığı ile zaman biraz daha hızlı geçmeye başladı. Vakit bol olunca neredeyse
her konuda muhabbet ettik, şöyle bir almışım o gün:
“Saat sabaın 4’ü.
Barselona Sants istasyonunun yakınında bir yerde oturuyoruz, Ben, Gökhan F.,
Arjantinli iki arkadaş (Francisco ve Juan) ve Fransız bir arkadaş (Thomas).
Diller, ülkeler değişse de dertler hep aynı, konuştuk, anlaştık hemen;
eğlenceli insanlar, sayelerinde dört saati hemencecik geçirdik. Günün doğmasına
az kaldı. Gerçi ay hemen karşımızda altın bir sikke gibi parıldıyor ama oyumu
güneşten yana kullanıyorum bu seferlik. Yıllar sonra bu yazıyı okuyunca nasıl
hissederim acaba? Gülümserim büyük ihtimalle. Vay anasını, bak zamanında neler
yapmışız, derim. Dünyanın bu yüzüne tanık olmak da sevindirici.” [Bu yazıyı
okurken gülümsüyorum elbette J ][Ekim 2012’de Barselona’ya yine gittim, o bankın yanından geçtim,
duygulandım, ağlayacaktım J ]
İttire ittire sabahı
getirdik, uykusuzluktan bitap haldeydik, 8 gibi istasyona dönüp Maragal’e
gittik, hostelimiz oradaydı. 9 gibi hostele ulaştık, hostel görevlisi 11’e
kadar beklememiz gerektiğini söyledi. Biraz üsteledik, bari 11’e kadar
yatabileceğimiz bir yer ayarlayın, dedik, ayarladılar sağolsunlar. Sonra
odamıza yerleştik, dinlendik ve gezmeyi heyecanla beklediğimiz Barselona
sokaklarına attık kendimizi, bu sefer elimizde haritamız vardı, dört gün
boyunca sokak sokak gezdik şehri, görülmesi gereken yerleri ve görülmemesi
gereken yerleri gezdik J Barselona önceden
gezdiğimiz üç şehre (Berlin, Amsterdam, Paris) göre daha ucuzdu, DİA falan
vardı, istediğimiz şeyi alıp hostelde pişirip yiyebiliyorduk. Son bir haftada
ilk defa adam gibi yemek yemiştik J Ulaşım da görece daha ucuzdu, biranın fiyatı da iyiydi. Yani Barselona’da
her anlamda mutluyduk. İnsan tok gezdiğinde daha mutlu geziyor J (He he, selam sana Maslow!) Akdeniz’e yeniden
kavuşmak da beni inanılmaz mutlu etmişti. İnterrail bağlamından bağımsız
olarak, Barselona’ya dair bir yazı yazmıştım daha önce, sözü daha fazla
uzatmayacağım, Barselona’yı merak eden dostlar o yazıya buradan ulaşabilirler: Barselona
Benim çektiğim bir resim değil haliyle Nette buldum. Bu kadar düzenli bir şehir daha görmedim.
Barselona’ya gideceklere
tavsiyeler:
1. Hostelde kalacaksanız,
ucuza alışveriş yapıp yemeği aradan çıkarabilirsiniz.
2. 2 gününüzü Gaudi
eserlerine ayırın: (Sagrada Familia, Parc Güell, Casa Battlo, Casa Mia etc.)
3. Picaso Müzesi, Palau
de Musica (adından tam emin değilim)’yı gezmek, bir turistin asli görevidir.
4. Barselona’da harika
parklar var, bir gün sandviçinizi alın, güzel güzel orada dinlenin.
5. Akdeniz’in keyfini
çıkarın.
6. Kafelerde (kafelerin
teraslarında) oturup bol bol bira, şarap, kahve tüketin J
7. Barrio Gothic’e
mutlaka gidin.
8. Eğlenceyi çok
seviyorsanız, Barseloneta’ya gidin, bol bol eğlenin.
9. Milyon türlü yemek var
Barselona’da, tapas ve Paella deneyebilirsiniz, ama düzgün yer bulmaya çalışın.
10. Amaçsızca La Rambla’nın
ara sokaklarında gezinebilirsiniz.
11. Cumartesi günleri
Monjuic’te harika su gösterileri var, onları bedavaya izleyebilirsiniz.
12. Sanatseverler için
binlerce aktivite var, dışarı çıkmadan bunları bir kontrol edebilirsiniz.
13. Katalan birini bulup “Katalanca
ile İspanyolca birbirine çok benziyor.” deyin ve onu dinleyin: “Hayır, hayır,
aslında çok farklılar, hiç benzemiyorlar, dur anlatayım….”
14. Paranız varsa,
Barselona maçı izlemeye gidin. Yoksa, bizim gibi, bir bara gidip
Barselonalılarla Barselona maçı izleyin.
21. Yüzyıl turisti olmak demek, Fransa'da Eiffel Kulesi'nin yakınında, Senegalli bir seyyar satıcıdan Çin malı "I love Paris" tişörtü almaktır (Ortada Fransız yok). Roma'da Kolezyum'un önünde Hindistanlı seyyar satıcıdan Çin malı Roma anahtarlığı almaktır (Ortada İtalyan yok).
Interrail’e çıkmadan önce gezmeyi en çok istediğim şehirlere
mektup yazmıştım. Paris bu şehirlerden biriydi. Oraya gezimi anlatmadan önce,
bu mektubu paylaşmak isterim [siz de yazın tavsiye ederim, böylece hem gitme
arzunuzu tetikliyorsunuz hem de gittiğinizde gördükleriniz ile beklentileriniz
arasındaki farkı görebiliyorsunuz]:
“Paris,
Nazım’dan dinlediğim oldu seni, Hemingway’le (A Moveable
Feast kitabı) sokaklarında dolaştım ve sonra nice şairlerden duydum methini.
Giden dostlarım oldu, yanıp sönen flaşlar oldu, kamera kayıtlarını izledim,
filmlerle yeniden sokaklarına döndüğüm oldu.
Sen ne kadar Paris olsan da, senden öte bir Paris var
insanların zihninde. Modam Bovary’nin Paris’i gibi bu, televizyonun, kağıdın,
kalemin Paris’i…İçinde miskin bir nehir akan, hafif yosun kokulu, biraz burnu
havada bir Paris görmeyi bekliyorum.
Ve bakalım tekmil bütün yazarlarımıza, şairlerimize lirik
yazılar, şiirler yazdın bu şehrin hikmeti neymiş. Eyüboğlu’nu görürüm belki ya
da Nazım Hikmet’i Sen Nehri’ne dalmış memleketini düşünürken. Kimbilir belki
Cemal Süreya, Cahit Sıtkı, Orhan Veli… ve dili Fransızca’ya dönen her şairimiz
bir yaz tatiline çıkmıştır ben oradayken. Serin bir taş bulup üzerine
oturduğumda, hayallerime girerler belki. Fısıldayan rüzgarda şiirlerinin melodilerini
duyarım hatta. Paris’te rüzgar eser mi? Esmez mi? Fikri ilginç geliyor, fazla
idealize etmişiz herhalde Paris’i…
Güzel bir Akdeniz selamı ile geçsin günlerim. Akdeniz
estetiği Paris’e de uğramıştır muhakkak. Ayrı bir güzellik katmıştır ona.
Tanımak, görmek isterim. Paris insanlarını da tanımak isterim, onların
fısıltıları, sırları taşıyacak beni, Paris’in gerçekliğine. Az kalsın
unutuyordum, Victor Hugo’nun referansı ile çalacağım kapını. Az mı eşlik ettik
J. Valjen’a?”
[16.06.2011]
(Video ile işitsel ve görsel olarak yazıyı okumaya hazırlanın :) )
Paris’e ondan keyif almak için gidilir. Ne yaparsan yap, ne
görürsen gör, onu seversin. Ben sevdim,
bir buçuk güncük kalabildik, yetmedi zaman; bir daha gelmek için söz verdim
Paris’e. Amsterdam’dan sonra Antwerp üzerinden Paris’e geçtik, gün
batarken, trenimiz Paris banliyölerini
selamlaya selamlaya Gare du Nord’a girdi.
Banliyölerdeki çirkinlik ve düzensizlik elbette görmeyi
umduğumuz Paris’in resmini çizmiyordu, ama Paris’in yükünü bu banliyölerde
yaşayan insanlar sırtlamıştı bu gerçekti. Maalesef buradaki insanlar, görünmek
istenmeyen Paris’in temsilcileri olarak kalacaklar. Tren çevresindeki duvarlara
çizdikleri grafitilerle bizlere bir şeyler anlatmaya çalışacaklar, biz
anlayamayacağız. Paris’in Sirap’ı.
Trenimiz Gare du Nord’a girdi ve işte artık geçmiş
yüzyılların en büyük emperyalist devletlerinden birinin kalbindeyiz. Üstüne en
çok titrenen, en sevilen, en çok bilinen ve en çok özlenen şehir Paris…
İçimizdeki keşfetme arzusu, bizi gezip görmek için kamçılasa da birer kamçıyı
da yorgunluğumuzdan ve sırtlarımızdaki 10 kiloluk çantalardan yiyorduk. O
yüzden bütün merakımıza rağmen önce kalacağımız otele gitmeye karar verdik.
Biraz uğraşıp oteli bulduk [Bir aranot vermeden geçemeyeceğim, Fransızların
İngilizce konuşmayı reddettiği ve pek yardım sever olmadığı söylense de
İngilizce olarak adres sorduğumuz bir çift, bize adresi söylemekle kalmadılar,
gideceğimiz yere kadar bize eşlik ettiler, gezmenin bir güzelliği de
önyargıları test etme şansı bulmak]. Henüz Paris’i meşhur kılan hiçbir şeyi
ucundan da olsa görmemiştik. Adını bin bir türlü yerde duyduğunuz bir şehrin
içinde olduğunuzu bilmek heyecan verici ve tuhaf!
Akşam otelde biraz dinlendik. Sonra en azından çevremizi
gezelim, yemek yiyecek bir yer bulalım diye dışarı çıktık. La Republique diye
bir mahallede kalıyorduk. Sokaklar pek tenhaydı, açık yer sayısı azdı ve açık
olan yerler bizim için inanılmaz pahalıydı. Bulabildiğimiz en az pahalı yere
geçip yemek yedik. Sonra otele döndük. Yarınki duyu şölenine bedenimizi ve
ruhumuzu hazırlamak için erkenden uyuduk.
***
I. Gün
Ve Paris’e uyanılan bir sabah! Otelden çıkıp Paris’e atılan
bir adım! Solunan Paris havası!
Otelden Paris haritasını aldık. Güneşli güzel bir günün
sabahında Paris’i adımlamaya başladık. Önce Gare de Lyon’a gidip sonraki
seyahat noktamız olan Barselona’ya tren rezervasyonu yaptırmamız gerekiyordu [Interrail
biletiniz olsa da ülkeler arası trenlerde rezervasyon yaptırmanız gerek]. Temiz
ve oldukça düzenli sokak ve caddelerde yürüye yürüye gara gidip işimizi
hallettik. Yol boyunca Paris’in o güzel ve düzenli neo-klasik cepheli evlerine
hayran hayran baktık. III. Napolyon, 1850’lerde Paris’in merkezini tamamen
yıktırıp yeniden inşa ettirir. Caddeler sokaklar genişletilir, düzenli hale
getirilir. Amaç şehri güzelleştirmek gibi görünse de ikinci bir amaç daha
vardır, ordu birliklerinin şehir içinde rahat hareket etmesini sağlamak! Fransa’nın
ilk devlet başkanı ve son monarşı Napolyon, askeri nizamla, Paris’i
güzelleştirmiş. İlginç bir ayrıntı…
Paris’i gezmek için seçtiğimiz yöntem: ayakbüs! Madem her
tarafı güzel bir şehirdeydik, o halde yürüye yürüye gezelim, her yeri diye
kararlaştırdık[tabii metroya para vermek istemememizin de payı vardı J].Elimizdeki haritadan,
Gare de Lyon’dan Sen Nehri’ne en kolay çıkabileceğimiz yolu bulup Sen Nehri
kıyısına indik. 10-15 dakika yürüyüp nehir kıyısına ulaştık, bütün görülecek
güzel yerler nehir kıyısında olduğu için mantıklı bir rota izleyip görmek
istediğimiz çoğu yeri görebilecektik. Sırasıyla Sen Nehri kıyısındaki sahaflar,
Notre Dame Katedrali, Louvre Müzesi, Lüksemburg Bahçesi, Eiffel Kulesi ve
Şanzelize’deki Zafer Takı’nı tek günde görmek niyetindeydik [başka çaremiz
yoktu çünkü önümüzdeki bir hafta boyunca sadece sonraki günümüze Barselona
treninde yer vardı].
Sen Nehri kıyısına gelince beni bir mutluluk kapladı, işte
kafamdaki Paris’in resmi dedim, hoş insanlar her yerde, hallerinden memnun,
mutlu görünüyorlar. Yaşlı amcaların ceplerinde kitaplar gördüm, ilginç geldi. Kafelerde
oturan, yürüyen, duran insanlar hep sakindi, huzurluydu. Hayat burada bütün
güzelliği ile gerçekleşiyor olmalı. En azından Paris merkezi böyle; çeperde tam
tersidir muhakkak.
Artık Sen Nehri boyunca, nehrin rehberliğinde yürüyorduk.
Önce Arap Dünyası Enstitüsü dikkatimizi çekti, ona yakın bir yerde sahafları
gördük, kitapları karıştırdık, vintage eşyalara baktık, kendi kendime güldüm,
demek Türkiye’deki vintage-insanların imalat merkezi bursaydı J
Sonra adını hatırlayamadığım kocaman bir parka geldik,
içinde dev bir botanik bahçesi, bahçede dünyanın her yerinden getirilmiş
bitkiler… Yanında bir hayvanat bahçesi, içinde dünyanın her yerinden getirilmiş
hayvanlar… Birazdan bu izlenimlerin kafamda oluşturduğu tezi belirteceğim.
Bu parkı şöyle bir gezip Notre Dame Katedrali’ne doğru devam
ettik, bu arada Eiffel Kulesi’ni de ucundan görmeye başlamıştık artık. Keyifle
biraz daha yürüyüp o meşhur İle de la Cite’e geldik, nehrin içindeki bu adada
Notre Dame (Meryem Ana) Katedrali var. Gotik katedral’in içine girmeme kararı
aldık [ana hedefimiz Louvre Müzesi’ydi], dışarıdan seyrettik. Quasimodo’nun
çaldığı çanlara bakıp hikayeyi geçirdim aklımdan. Bir dahaki sefere burayı iyi
gezmek lazım, dedim kendi kendime.
Louvre Müzesi
Ve sonra biraz daha yürüyüp Louvre Müzesi’ne geldik. O kadar
kocaman bir saraydı ki girişini bulmamız 15 dakikamızı aldık. Aman yarabbi!
Hayatımda böyle bir müze görmemiştim! Dünyanın en büyük sanatçılarının eserleri,
en eski medeniyetlerin kalıntıları, her kıta insanın ellerinden çıkanlar… her
şey ama her şey bu müzedeydi. Bana dünyanın özeti nedir, diye sorsalar, Louvre
Müzesi derim herhalde. Tezim şu: Eski sömürgen Fransa, bütün dünyayı (dünya
varlıklarını) Paris’te toplamaya çalışmış: bütün bitkiler botanik bahçesinde,
bütün hayvanlar hayvanat bahçesinde, bütün insan yapıtları Louvre Müzesi’nde,
dünyanın her yerinden insanlar Paris sokaklarında… Egemen güdüsü bu galiba, her
şeyi kendine yakın yerde toplamak!
Louvre Müzesi harika bir yer, evet, dünyayı buraya meşru
yollarla toplamadıkları aşikar! Türkiye’den kaçırılan eserleri de gördüm, başka
başka yerlerden çalınan binlerce eseri de. Her bir parçanın ayrı ayrı hikayesi
vardır eminim, tek tek dinlemek isterdim hepsini; ömür yetse…
Gördüğüm eserleri tek tek anlatmaya ne mecalim var, ne de
gerek var… İçimi dolduran hisleri anlatayım, sonra siz gidince
hissettiklerinizle kıyaslarsınız. Louvre girince içim korku ve hayretle doldu.
Korku nereden çıktı diyeceksiniz. Sanatın en güçlü haliyle karşı karşıyaydım.
Gördüğüm her eserde (resim, heykel, vs.) zihnime hücum eden düşünceler ve
duygular beni korku dolu bir karmaşaya sürüklediler. O anlarda, düşünülebilecek
her şey zihnimdeydi: ölüm, yaşam, sonsuzluk, sonluluk, dün, bugün, yarın,
ötemizdeki, içimizdeki... Sanatın gücüne hayret ediyor insan!
Saatlerce gezdik Louvre Müzesi’ni, merdivenleri defalarca
indik, çıktık: Afrika, Latin Amerika, Asya, Güneydoğu Asya, Avrupa, Amerika…
Bütün dünya eserlerini görmüş olduk. Karşılaştırmalı antropoloji dersinde
gibiydik. İnsan her kıtada yaşamış, yaşıyor, bulunduğu çevre ile ilişkiye
girmiş ve yaratabildiği en çarpıcı eserleri yaratmış. Yaratmış ve kimi zaman
yarattıklarına tapmış!
“Daha yeni başlamıştık!” hissiyle 5-6 saat sonra müzeden
çıktık, gün batmak üzereydi. Daha meşhurlar meşhuru Eiffel Kulesi vardı, fakat
önce Lüksemburg Bahçesi! Paris’e gidip uzun süre kalacak her insan, en az bir
gününü Lüksemburg Bahçesi’nde geçirmelidir! Bizim için bulması biraz zor oldu
ama sizler Paris’in harika metro ağını kullanarak rahatça gidebilirsiniz, biz
ayakbüs seviyoruz! J
Lüksemburg Bahçesi peyzajı harika yapılmış, müthiş bir park. Güzel bir havuzu
var, havuz çevresine tek tek sandalyeler koyulmuş. Bank değil, sandalye!
İnsanlar oturmuş güzel güzel kitap okuyorlardı. İnsan buraya gelip “hiç yapmalı”.
Oturup hiçbir şey düşünmeden, dinlenmeli.
Lüksembug Bahçesi
Harita hayat kurtarır! Ara sokaklardan geçe geçe Eiffel
Kulesi’ne doğru gittik; fakat karşısında şarap içip gezimizi kutlamayacaksak,
Eiffel’e gitmenin ne anlamı vardı? Şarap ve bardak aldık, yolumuza devam ettik.
Ve son sokağı da geçip meşhurların meşhuruna ulaştık! Daha önce o kadar çok
görmüştük ki tanıdık bir yerde hissettim kendimi, tepesine çıkma niyetimiz
yoktu, kuleyi boydan görebileceğimiz, Sen Nehri kıyısında bir yerde oturduk.
Güzel güzel şarabımızı içtik, artistik cam kadehlerde değildi ama şarap aynı
şarap J
Eiffel, "Sen" (Nehri) ve ben :)
Etrafımız inanılmaz derecede turistikti, o yüzden fazla durmadık. Zafer Takı’na
doğru yürüyüşe geçtik, bedenimiz yorulmaya başlamıştı artık. Zafer Takı’na gittik,
fotoğraf çekildik, Şanzelize üzerindeki aşırı lüks mağaza ve mekanlar bize göre
değildi zaten. Oradan metroya atlayıp otelimize döndük, saat gece yarısına
yaklaşıyordu. 100 yıllık Paris metrosu sağolsun, 5-10’da otele geldik. Gün boyu
gördüklerimizle doyacağız sanıp pek bir şey yememiştik, yemek yiyip uyuduk;
Paris’in gecesini görmek ilginç olabilirdi.
II. Gün
Sacre Couer
Sonraki gün öğleden sonra Barselona’ya trenimiz kalkacaktı,
sabah en azından Sacre Coeur’ü görelim dedik. Bu sefer yürümedik, metroyla
hızlı bir şekilde Sacre Coeur’e geldik. Sacre Coeur(Kutsal Kalp) Bazilikası
bütün Paris’i yukarıdan gören, Hindistan’daki Tac Mahal’i andıran ilginç bir
dini yapı. Oradan Paris’i seyretmek güzel bir deneyimdi. Tabii sırtımızda
interrail çantalarıyla oraya çıkmak durumunda kaldık çünkü ordan sonra
istasyona gidecektik. Kas yaptık herhal. J
Sanatçılarıyla ünlü Montmartre Mahallesi’nde biraz gezip istasyona geçtik. Paris
yolculuğu da böylece bitti.
Sacre Coeur'den Paris ve işportacı ağabeyler
Paris gezim yarım kaldı. İstediğim gibi Paris’in dokusuna
nüfuz edemedim; öne çıkan yerleri gezebildik sadece, çok az insanla
konuşabildik, ara sokaklardaki kafelere giremedik, girip şarap yudumlayıp
tartışamadık, akordeon dinleyemedik, Paris’in öteki yüzünü bize gösterebilecek
insanlarla arkadaşlık edemedik, yarım kaldı yarım; yarım kalması, gelecekteki
gezilere bir davetiyeydi. Yine döneceğim sana, Paris!
“Paris” adı nereden geliyor diye merak edersinizdir.
Vikipedi’den alıntıdır:
“Paris adını Galya halklarından
Parisii lerden almaktadır. "Paris" aslında Romalıların
"Lutetia" yerine kullandıkları "Civitas Parisiorum"
(Parisiilerin şehri) adının zamanla değişmesi sonucu oluşmuştur. Paris aynı
zamanda şehrin etrafındaki yöreye de ("Parisis") verilen isim
olmuştur. Cormeilles-en-Parisis ve Fontenay-en-Parisis gibi şehirlerin
isimlerinde buna rastlanır. Bu adın kaynağı tam olarak bilinememektedir. Paris
bölgesinde çokça bulunan taş ocaklarına istinaden Galce "kwar" (taş ocağı)
kelimesinden geliyor olabilir. Başka etimolojilerde önerilmiştir. Pierre Hubac
ve Cheikh Anta Diop'a göre, Parisiilerin adı Mısır tanrıçası İsis'ten
gelmektedir çünkü Paris bölgesinde İsis'e adanmış birçok tapınak ya da Eski
Mısır dilinde "per Isis" bulunmaktaydı. Bir efsane de Paris adını
dalgalar altında kalıp denize batan efsanevi Ys şehriyle birlikte anar. Maurice
Druon "Paris de César à Saint Louis" (Sezar'dan St.Louis'ye kadar
Paris) adlı kitabında Paris adının Galce "par" (gemi) sözcüğünden
geldiğini iddia eder. Şekli gemiye benzeyen, su üzerine kurulmuş, geçimini suya
borçlu olan ve ismini de belki sudan almış olan bir şehir. Bir ada olan
Lutèce'in refahı "gemiciler" tarafından sağlanıyordu ve bu
gemicilerin sembolü olan gemi de şehir armasını oluşturmuştur.”
[14 Ağustos 2011’de yazılan defter notlarına 3 Mart
2013’te eklenenlerle oluşturulmuş bir yazı]