21 Mart 2013 Perşembe

Yeni bir geziye başlarken

H.G.Wells'in Görünmez Adam kitabının girişini hatırlatan güzel bir şarkı :)

In from the coast, riding like the wind and racing the moon,
Shadows on the road, dancing and a-weaving like a crazy fool.
A horseman is coming, death in his heart, for a rendez-vous,
And where the traveller goes, nobody knows,
Where the traveller goes, nobody knows....

A candle in the night, fear on every face when he goes inside
(Maybe he's on the run?)
Get back from the bar! A stranger in town is a dangerous sight
(Maybe he's got a gun?)
"Bring a bottle of whisky, landlord, I wanna talk for a while."
And where the traveller goes, a cold wind blows,
Oh, where the traveller goes, a cold wind blows....

There is something in his eyes, something in his hands,
You can almost smell his revenge!
And whoever he is after, it will be disaster:
This man is gonna take him to the very end....

Well, the landlord he trembled, staring at a face he'd seen somewhere 

before.
(You laid him in the ground)
Suddenly remembers a killing, yes, a murder, many years before.
('T was you that shot him down)
He said to a boy: "Saddle me the black, I'll meet you down below.
With this man I must talk, with this traveller I'll go,
With this man I must talk, yes with him I must go."

There is something in his eyes, something in his hands,
I can almost smell his revenge!
And it's me that he's after, it will be disaster:
This man is gonna take me to the very end....

And they were never seen again!

19 Mart 2013 Salı

Ruh, Ru7, Rıhle


Gezmenin Arapçası...
1. Arapçadan Türkçeye geçmiş olan "ruh" kelimesi, insanın bedeninin ötesindeki, maddesel olmayan varlığını anlatmak için kullanılır. Ruh ve beden arasında bir ayrım yapılır ve genellikle sonsuz kabul edilen ruh, sonlu bedenden üstün tutulur. Kutsal dinlerin neredeyse hepsi, bedenin isteklerini köreltmeyi, ruhun isteklerini ise yüceltmeyi önerir. 

Arapçada "ruh" kelimesine benzeyen bir kelime daha var. Doğrudan bir bağlantı var mı bilmiyorum ama bağlantı kurmayı deneyeceğim.

2. "ruH (ru7)", "Git(mek). Seyahat etmek." anlamına geliyor. Buna çok benzeyen ve kökdeş olduklarını düşündüğüm bir kelime daha var: Rıhle. Bu kelime sanki "ruh" ile "ru7" kelimelerini birbirine yaklaştırıyor, anlamı şöyle:

3. "Rıhle, asıl anlamıyla Arapçada bir yerden diğerine göç etmek anlamındaki "rahale" kök fiilinin mastarıdır.
Hadis ilminde, muhaddislerin yeni hadisler öğrenmek için uzak diyarlara yaptıkları ilim yolculuklarına rıhle denir." (Vikipedi)

4. Şimdi biraz etimolojik kurcalama yapayım, Sevan Nişanyan'ın Nişanyan Sözlüğü'nde "ruh" kelimesinin anlamı şu şekilde verilmiş:

 Ar rūḥ روح [#rwḥ msd.] 1. nefes, soluk, rüzgâr, esinti, ruh, 2. güzel koku (= Aram rūχā רוחא a.a. = İbr rwχa רוחa.a. )


5. Sentezleyecek olursam, “ruh”, rüzgar gibi, durduğunda anlamını yitiren, gitmeye ve öğrenmeye meyilli bir varlıkmış gibi bir anlama ulaşıyoruz.

Bütün bunları yazmak, nerden aklıma geldi? Akşama doğru odama gelmek için kampüste yürüyordum, sert esen rüzgar ağaçları dans ettiriyordu. Hiç rüzgarın sesini anlamlı bir kelimeye dönüştürmeyi denediniz mi? Ben denedim, bence rüzgar, “Ruuuuuuuhhhhh!” diye esiyor; dinleyin bir gün; mistik bir sestir bu; gözlerinizi birkaç saniyeliğine kapayın; çıkaracağınız anlam size kalmış. Doğa bu sesiyle bana seslendiğinde, ben gitmem gerektiğini anlıyorum; bilmek, öğrenmek için gitmek gerek, uzaklara…

15 Mart 2013 Cuma

9. Roma - Bir Müze Şehir


18.08.2011
Roma’yı gezecek iki günümüz oldu. Yine dolu dolu adımladık şehri. Her tarafını keşfettiğimizi söyleyebilirim. Ama çok büyük bir eksiklik kaldı: Vatikan Müzesi’ne gidemedik. Yani Roma’da asıl görmemiz gereken hiçbir şeyi göremedik. Polis memuru bana müzenin kapalı olduğunu söylediğinde başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Demekki bir dahaki sefere müzelerin ne zaman kapandığına bakmamız gerek. Çok üzüldüm özünde. Kendime ödev veriyorum. Türkiye’ye dönünce Vatikan Müzesi hakkında bolca okuyacağım.
Rönesans ruhunun eksikliği ile sokak sokak yürüdük. Ve gerçekten her yanı tarihi olan bir şehir önümüze serildi. Bu kadar yoğun tarihselliği olan bir şehir daha görmemiştim. İstanbul’da bile bu kadarı yok. Tek tek eserleri anlatmayacağım. Anlatmaya dilim de gücüm de yetmez. Antik Yunan’dan ödünç alınmış Tanrılar geleneği ile sonradan hıristiyanlaştırılmışlığın harmanlandığı eserler topluluğu müze şehir. Roma İmparatorluğu ülkemizin sınırları içinde de hüküm sürdüğünden benzeri eserleri ülkemizde defalarca gördüm, o yüzden garip şekilde içimde bir yabancılaşma hali dolaştı. Gördüğüm her eser bende dejavu etkisi yarattı. Yani bütünsel olarak baktığımda Roma beni pek heyecanlandırmadı. Sadece adım başı karşımıza çıkan geniş meydanlar çok etkileyiciydi, özellikle de Piazza Navona. Ortasında ihtişamlı bir çeşme ve çevresinde ressamlarıyla çok güzeldi.


Sanırım bir Roma gezisinden verim alabilmek için sanat tarihçisi olmak ya da sadece şehir hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmak gerek.
Neyse, bu şehri dolaşırken insanın içine dolan hislerden biri “geçicilik hissi” oluyor. Koca Roma İmparatorluğu’ndan geriye ne kalmış diyorsunuz Arkeolojik bölgeye gelince. Sonra şimdiki Koca Amerikan İmparatorluğu’nu düşünüp gülümsüyorsunuz.  Gelecekte bir gün McDonalds’lara tarih görmeye mi gidecek çocuklar merak ediyorum doğrusu J
Son olarak, bütün Avrupa’da gördüğüm ve Roma’nın da istisnası olmadığı sorun: Göçmen sorunu. Gerçi “sorun” demek Avrupalı bakış açısını yansıtıyor.  O yüzden çok kullanmak istemiyorum.
Kolezyum’a da, Vatikan’a da, gitseniz, hem tarihi eserlerin çevresinde, hem de ara sokaklarda, ana caddelerde farklı milletlerden birçok insan, özellikle de ağırlık olarak Güney Doğu Asyalılar, Çin’den gelme turistik ürünleri satıyorlar. Yine bu bölgelerde İtalyan sayısı oldukça az.
Kaldığımız hostelin sahibi Bangladeşliydi, gittiğimiz İnternet Kafe, Kuzey Afrikalı Araplara aitti. Dolaştığımız ara sokaklarda hep “üçüncü dünya ülkesi” vatandaşları hayatta kalma mücadelesi veriyordu. Sokakta yaşayan insan sayısı da oldukça fazlaydı. İdeal düzeni kurduğunu iddia eden Avrupa bu sorunu aşamıyor mu merak ediyorum.
Başka merak ettiğim şeyler de var. Bu göçmenler buradaki tarih hakkında ne düşünürler, ne hissederler. Sadece işlevsel bakarlar deyip kestirip atmak istemiyorum. Belli kurgular vardır, onların kafasında da.
***
Roma’yı 30lu, 40lı yaşlarda kadınlar sarmış. Komikler. Tarih meraklarından mı acaba diye merak ettim ama İspanyol Merdivenleri’ne doğru yürürken sebebini anladım. Dünyanın en ünlü moda markalarının hepsi bu çevrede. Ve bahsettiğim kadınlar, tarihi eserlerin önünde fotoğraf çekildikleri gibi bu mağazaların önünde de fotoğraf çekiliyorlardı. Gerçekten komik!
Böyle böyle bitti, gitti Roma… Bol bol yürüdük yine, gözlerimiz tanık oldu, Koca Roma’nın şimdiki “mezarına”.
Vatikan




Roma Antik Şehir





Piazza di Navona
Roma’nın içinde minik bir bağımsız şehir olarak duran Vatikan’a, oradaki koca katedrale girdik. Sanatın bütün gücü, burada, dünyanın en yaygın dinini yüceltmek için kullanılmış. Sanat bir dinin ana yapı taşlarından biri olabiliyor: sonsuzluğu görselleştirip insanın minikliğini yüzüne vuruyor: öte dünyayı resmediyor, korkutuyor, umutlandırıyor, sanat Roma’da ve Vatikan’da her yerde!



Roma’yı Gezeceklere Öneriler
1. Roma çok yoğun bir şehir; öyle bir iki günde gezilmez. En az 5 gün ayırmanız gerekir.
2. Taşıt kullanmayın, elinize harita alın. Rotalar çizin.
3. Vatikan’a gidin, Vatikan Müzesi’ne bir gününüzü ayırın.
4. Roma meydan zengini bir şehir, meydanların keyfini çıkarın.
5. Şehre gitmeden bol bol bilgi edinin şehir hakkında ya da hiçbir şey öğrenmeden gezin ama sanırım bişeyler öğrenmek en mantıklısı. Daha anlamlı kılıyor bakış açınızı.
6. Güzel yemekler yeme şansınız var; keyfini çıkarın.

12 Mart 2013 Salı

Barselona-Roma Arası Bir Gönül Yarası :)


Barselona-Portbou-Cerbere-Montepellier-Marsilya-Nice-Ventimiglia-Roma

Barselona-Roma Arası
Roma yazısını yazmadan önce Barselona’dan Roma’ya geçiş sürecimizi anlatsam iyi olur sanırım. Bu yolculuk bizim için tam bir maceraydı.
Avrupa’daki tren rayları ağının çok güzel bir özelliği var. İstediğiniz her yerden istediğiniz her yere doğrudan ya da dolaylı olarak trenle ulaşmanız mümkün. Biz de İnterrail biletimiz olduğundan, mümkünse en doğrudan şekilde Barselona’dan Roma’ya geçmek istiyorduk; fakat, interrail biletiniz olsa da bineceğiniz trene koltuk rezervasyonu yaptırmanız gerekir ki bunun için genelde 3-10 Euro arasında değişen bir ücret ödemeniz gerekir. Neyse, Barselona Sants tren istasyonuna gittik rezervasyon yaptırmak için. Fakat gideceğimiz tarihteki tren için bizden sadece rezervasyon bedeli olarak 125 Euro istediler. Sadece rezervasyon! Tabii ki o parayı vermedik, daha ucuz bir yöntem var mı diye sorduk, “doğrudan değil, dolaylı-aktarmalı-gitmeniz gerekir” dediler. Böyle yapınca neredeyse hiç para ödemeyecektik. DeutschBahn sitesi gidiş-dönüş noktaları arasını en ucuz nasıl gidebileceğinizi gösteren bir sistem kurmuş, girip bakabiliyorsunuz. Görevli bize aktarmalı gidiş listesi verdi, bir baktık 7 tren değiştirmemiz gerekiyor! J İnterrail bu, böyle yaşanmalı dedik, kendimizi gaza getirip yola çıktık! Toplamda 26 saat süren yolculuğumuzda, sırasıyla şöyle bir rota izledik:

1.Barselona-Portbou
2.Portbou-Cerbere (İspanya’dan Fransa’ya)
3.Cerbere-Montepellier
4.Montepellier-Marsilya
5.Marsilya-Nice
6.Nice-Ventimiglia (Fransa’dan İtalya’ya)
7.Ventimiglia-Roma

Yolculuğa çıkacağımız gün Barselona’da bir bayram tatili varmış, bilmiyorduk (Dünyada en çok bayram tatili yapan ülke İspanya’dır herhalde, sürekli bayramları var, bizden çok, emin olun). Aslında niyetimiz Barselona’dan Cerbere’ye erken giden bir trene binmekti çünkü elimizdeki tren listesine göre biz Cerbere’ye vardıktan iki dakika sonra Montpellier’e gidecek tren kalkacaktı, yetişememe şansımız vardı. Bahsettiğim tatil durumu yüzünden Barselona-Cerbere trenlerin sıklığı azaltılmıştı ve bineceğimiz tren yine iki dk kala yetişecekti. O yüzden O yüzden İspanya’nın Fransa sınırındaki Portbou şehrine erkenden gidip oradan Cerbere’ye geçmeye karar verdik. İki şehir birbirine çok yakın görünüyordu, herhangi bir vasıtayla geçebilirdik, hatta yürüyebilirdik. Neyse Barselona-Portbou trenine atladık. Portbou’ya geldik, fakat bir baktık, iki şehir arasında kocaman bir dağ var! Cerbere’ye geçmemiz mümkün değildi. Mecburen 1 saat sonra gelecek olan Barselona-Cerbere trenini bekleyip 2 dakika içinde diğer trene yetişmeye çalışacaktık. Bakalım yetişebilecek miyiz?
Önümüzde bir saat vardı. Portbou şehri, dağ yamacında, Akdeniz’e kıyısı olan şirin bir kasaba şehriydi, az sayıda ev ve güzel bir sahilin toplamından ibaretti, girip yüzesimiz geldi ama işte aklımızda hep tren vardı, biraz dolanıp gölgelik bir yer bulup oturduk. Herhalde bu tuhaf şehre gelen ilk Türkiye vatandaşları bizleriz diye düşünürken bizim gibi sırtçantalı iki arkadaş geldi, “Türk müsünüz?” diye sordular, güldük. “Evet” dedik, muhabbete başladık. Neyse bir saatin sonuna doğru istasyona çıktık, istasyonda hız alıştırmaları yaptık, merdiveni kırk saniyede inip çıksak, biraz koşup trene yetişebiliyorduk. Sonra bütün motivasyonumuzla Cerbere trenine bindik, yolculuk 16 dakika sürdü, kapı açılır açılmaz, trenden indik, istasyonun içine koştuk; fakat beklemediğimiz bir şey oldu, Fransa!’ya geçiş yapacağımız için pasaport göstermemiz gerekiyordu! Bilseydik pasaportları hazırlardık ama bilmiyorduk. Pasaportlar bende duruyordu, inanılmaz bir hızla çantamı açtım, dosyanın içinden pasaportları çıkardım, görevliye gösterdim, acelemiz olduğunu söyledim, hemen onaylayıp geçirdiler bizi, Montpellier trenin yerine saptadık, var gücümüzle koştuk, tren hareket etmek üzereydi, koştuk, tam kapılar kapanırken trene atladık, biz bindik ve tren hareket etti! İçimizdeki mutluluğu tarih etmem mümkün değil herhalde! J
Montpellier’ye vardık, amacımız doğrudan Nice şehrine geçmekti, fakat Nice’e giden trenin dolu olduğunu öğrendik, görevli bize Marsilya’ya geçip oradan Nice’e gidebileceğimizi söyledi. Böylece Marsilya’ya giden trene bindik, Marsilya’yı da görmeyi çok istiyordum zaten, en azından özet olarak görebilecektik. Marsilya’ya vardık, Nice trenine biletimizi aldık. Burada da 45 dakika durduk, bu sırada gün batıyordu artık. İstasyonun hoş bir terası vardı, bu terastan Marsilya’da günbatımını seyrettik. Marsilya da bir Akdeniz şehri ve her Akdeniz şehrinde olduğu gibi orada da güneş çok güzel batıyordu.

8. Şehir: Nice
Sonrasında Marsilya’dan Nice’e geçtik, vardığımızda saat gece 12 civarıydı ve Nice’te beş saat beklememiz gerekiyordu. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bu Akdeniz şehrinde 5 saat! Garip olacaktı, istasyon kapanınca, istasyonun önünde oturduk, görünüşe göre şehrin banliyölerindeydik. İstasyonun çevresi son derece tehlikeliydi, Fransa’nın Afrika sömürgelerinden geldiklerini düşündüğüm bazı tipler, istasyonun çevresinde dolaşıp gelene gidene sataşıp para istiyorlardı ve sayıları gittikçe artıyordu. Sonradan öğrendiğime göre Nice, Fransa’nın en büyük sanayi şehirlerinden biriymiş, her sanayi şehrinde olduğu gibi, kapitalist yaşam biçiminin artığı durumda olan insanlar burada da vardı maalesef; yaşam buradaki insanları kötü olmaya sürüklemişti; onlar için üzülüyordum ama yine onlardan korkuyorduk, ellerinde bıçakları vardı ve her an her şey yapabilirlerdi. Oradan uzaklaşmak mantıklı olacaktı ama nereye? Tek gördüğümüz banliyö binalarıydı, açık bir yer bulsak, sabah beşe kadar otursak iyi olacaktı. Fakat her an birileri bize saldırabilirdi. O anda insanoğlunun en doğal dürtülerinden birini kullandık: ittifak aradık. 7 kişilik bir İtalyan interrail grubu da bizimle aynı durumdaydılar. Yanlarına gidip birlikte dursak, iyi olacak dedim, haliyle başta şüphelendiler, sonra biraz konuşunca ikna oldular, sonra hep birlikte oradan ayrıldık, değişik değişik yollardan geçip sonunda, sahile vardık. Akdeniz’i görünce insan huzur buluyor. Başta içimi saran korku uçup gitmişti. Sahilde bir iki saat oturduk, sonra yakınlardaki bir parka geçtik, herkes uyudu, ben uyumadım, çevremi seyrettim, yazı yazdım, düşündüm. Bu arada ikide bir hayat kadınları, sarhoşlar ve türlü türlü tipler yanımızdan geçiyorlardı. Garip gerçekten garip: gece şehirler farklı dünyaları misafir ediyor.
Beş saat zor geçti, hiç bitmeyeceğini sanıyordum, fakat bitti. Nice’ten İtalya’nın Ventmiglia şehrine geçtik, Ventmiglia’da da çok durmayıp bizi nihayet Roma’ya götürecek trene bindik. Uzun bir yolculuktan sonra 14.03’te Roma’ya vardık. Zor bir yolculuk oldu ama güzel bir deneyimdi, çok şey öğrendik, en güzeli de bir kuruş bile ödemedik J

8 Mart 2013 Cuma

1.2 Barselona (İnterrail hk. ve gezi önerileri içerir)


Barselona ne güzel şehir! Çeşitlilikle dolu! İnsanlar çeşitli, mimari çeşitli, giysiler, yiyecekler ve her şey çeşitli! Cümbüş dedikleri bu galiba. Bakhtin’in “polifonikleşme” dediği kavram geliyor aklıma Cervantes’in Don Quijote’si için kullanıyordu. Türler çoğalması… Cervantes’i daha iyi anlıyorum şimdi. Bu topraklarda yaşayıp böyle bir kitap yazmamak olmazdı zaten. Yetmez ama! Dünyan bu kadar çeşitliyken öyle bir kitapla kurtuluş olmaz, diğerleri yani bugünün İspanyol Yazarları ne yapıyorlar acaba? Bu topraklarda çok zengin bir ifade gücü var. Kimleri kimleri gördü… P. Picasso, S. Dali, Gaudi, Cervantes, Lorca…ve benim tanımadığım daha bir sürü sanatçı…Ortak özellikleri hepsinin kendi alanlarında sanatsal devrimlere imza atmış olmaları. Neyse bu kadar soyut bir girişten sonra, İnterrailci kimliğimze geri dönüp ray üstünde devam edeyim J

***

11 Ağustos günü Paris’ten, bizi Barselona’ya götürecek trene bindik. Fransa sınırına yakın İspanya Figueres şehrinde, Barselona’ya giden trene aktarma yaptık [İlginç bir bilgi: Faşist Diktatör Franco döneminde, İspanya’daki raylar normalden çok daha geniş yapılmış. Amaç düşman saldırısı durumunda, düşmanların asker-mühimmat vs. taşıyan trenlerinin ülkeye girmesini engellemekmiş]. Gece yarısına doğru Barselona Sants istasyonuna geldik. Gideceğimiz hostele, sonraki sabah 11.00’da girecektik. Geceden gidip fazladan kişi başı 25 Euro vermek istemedik. Yaklaşık 11 saat beklememiz gerekiyordu. Önce istasyonda bekleriz diye düşündük ama istasyon gece 12.00’da kapandı! Böylece hakkında hiçbir fikrimiz olmayan bir şehirde, dışarıda kalakaldık! Al sana interrail ruhu! Çantalarımız kocaman olduğundan ve de çok yorgun olduğumuzdan şehri keşfetmeye çıkamazdık. Şehrin tehlikeli olduğunu falan da duymuştuk, tırsmadım değil, eşyalarımız kaybolsa, başımıza neler gelebileceğini düşünmek bile istemiyordum. Tren istasyonuna yakınında u şeklinde büyükçe bir bankta oturduk. 11 saat belki hemen geçer diye düşündüm. Saatimi her kontrol ettiğimde daha 5 dakika ya da 10 dakika geçmiş oluyordu. Bulunduğumuz caddede yollar bomboştu, insan yoktu, gökyüzünde harika bir dolunay vardı. En azından o, bize arkadaşlık ediyordu. Oturduk, oturduk, oturduk… Varlığımızın tek sebebi zamanın geçmesini beklemekti sanki. Ay’ı seyrettikçe seyrettim, bu görüntüyü unutmak istemiyordum, kısıtlı resim çizme becerimle gözümün önündeki görüntüyü çizdim:

Gece, Ay ve Barselona

Saat 2 gibi yanımızdaki diğer banka iki kişi geldi. Önce çekindik haliyle, sonra baktık bizim gibi iki interrailci. Tanıştık, konuşmaya başladık, Arjantinli iki arkadaş. Bizimle aynı dertten bu geceyi dışarıda geçireceklermiş. Sonra bir de Fransız bir arkadaş katıldı bize. Beşimiz muhabbet etmeye başladık. Eğlenceli insanlardı, onların varlığı ile zaman biraz daha hızlı geçmeye başladı. Vakit bol olunca neredeyse her konuda muhabbet ettik, şöyle bir almışım o gün:

“Saat sabaın 4’ü. Barselona Sants istasyonunun yakınında bir yerde oturuyoruz, Ben, Gökhan F., Arjantinli iki arkadaş (Francisco ve Juan) ve Fransız bir arkadaş (Thomas). Diller, ülkeler değişse de dertler hep aynı, konuştuk, anlaştık hemen; eğlenceli insanlar, sayelerinde dört saati hemencecik geçirdik. Günün doğmasına az kaldı. Gerçi ay hemen karşımızda altın bir sikke gibi parıldıyor ama oyumu güneşten yana kullanıyorum bu seferlik. Yıllar sonra bu yazıyı okuyunca nasıl hissederim acaba? Gülümserim büyük ihtimalle. Vay anasını, bak zamanında neler yapmışız, derim. Dünyanın bu yüzüne tanık olmak da sevindirici.” [Bu yazıyı okurken gülümsüyorum elbette J ][Ekim 2012’de Barselona’ya yine gittim, o bankın yanından geçtim, duygulandım, ağlayacaktım J ]

İttire ittire sabahı getirdik, uykusuzluktan bitap haldeydik, 8 gibi istasyona dönüp Maragal’e gittik, hostelimiz oradaydı. 9 gibi hostele ulaştık, hostel görevlisi 11’e kadar beklememiz gerektiğini söyledi. Biraz üsteledik, bari 11’e kadar yatabileceğimiz bir yer ayarlayın, dedik, ayarladılar sağolsunlar. Sonra odamıza yerleştik, dinlendik ve gezmeyi heyecanla beklediğimiz Barselona sokaklarına attık kendimizi, bu sefer elimizde haritamız vardı, dört gün boyunca sokak sokak gezdik şehri, görülmesi gereken yerleri ve görülmemesi gereken yerleri gezdik J Barselona önceden gezdiğimiz üç şehre (Berlin, Amsterdam, Paris) göre daha ucuzdu, DİA falan vardı, istediğimiz şeyi alıp hostelde pişirip yiyebiliyorduk. Son bir haftada ilk defa adam gibi yemek yemiştik J Ulaşım da görece daha ucuzdu, biranın fiyatı da iyiydi. Yani Barselona’da her anlamda mutluyduk. İnsan tok gezdiğinde daha mutlu geziyor J (He he, selam sana Maslow!) Akdeniz’e yeniden kavuşmak da beni inanılmaz mutlu etmişti. İnterrail bağlamından bağımsız olarak, Barselona’ya dair bir yazı yazmıştım daha önce, sözü daha fazla uzatmayacağım, Barselona’yı merak eden dostlar o yazıya buradan ulaşabilirler: Barselona

Benim çektiğim bir resim değil haliyle Nette buldum. Bu kadar düzenli bir şehir daha görmedim.

Barselona’ya gideceklere tavsiyeler:
1. Hostelde kalacaksanız, ucuza alışveriş yapıp yemeği aradan çıkarabilirsiniz.
2. 2 gününüzü Gaudi eserlerine ayırın: (Sagrada Familia, Parc Güell, Casa Battlo, Casa Mia etc.)
3. Picaso Müzesi, Palau de Musica (adından tam emin değilim)’yı gezmek, bir turistin asli görevidir.
4. Barselona’da harika parklar var, bir gün sandviçinizi alın, güzel güzel orada dinlenin.
5. Akdeniz’in keyfini çıkarın.
6. Kafelerde (kafelerin teraslarında) oturup bol bol bira, şarap, kahve tüketin J
7. Barrio Gothic’e mutlaka gidin.
8. Eğlenceyi çok seviyorsanız, Barseloneta’ya gidin, bol bol eğlenin.
9. Milyon türlü yemek var Barselona’da, tapas ve Paella deneyebilirsiniz, ama düzgün yer bulmaya çalışın.
10. Amaçsızca La Rambla’nın ara sokaklarında gezinebilirsiniz.
11. Cumartesi günleri Monjuic’te harika su gösterileri var, onları bedavaya izleyebilirsiniz.
12. Sanatseverler için binlerce aktivite var, dışarı çıkmadan bunları bir kontrol edebilirsiniz.
13. Katalan birini bulup “Katalanca ile İspanyolca birbirine çok benziyor.” deyin ve onu dinleyin: “Hayır, hayır, aslında çok farklılar, hiç benzemiyorlar, dur anlatayım….”
14. Paranız varsa, Barselona maçı izlemeye gidin. Yoksa, bizim gibi, bir bara gidip Barselonalılarla Barselona maçı izleyin.

6 Mart 2013 Çarşamba

21. Yüzyıl Turisti

21. Yüzyıl turisti olmak demek, Fransa'da Eiffel Kulesi'nin yakınında, Senegalli bir seyyar satıcıdan Çin malı "I love Paris" tişörtü almaktır (Ortada Fransız yok). Roma'da Kolezyum'un önünde Hindistanlı seyyar satıcıdan Çin malı Roma anahtarlığı almaktır (Ortada İtalyan yok).

3 Mart 2013 Pazar

7. Paris



Interrail’e çıkmadan önce gezmeyi en çok istediğim şehirlere mektup yazmıştım. Paris bu şehirlerden biriydi. Oraya gezimi anlatmadan önce, bu mektubu paylaşmak isterim [siz de yazın tavsiye ederim, böylece hem gitme arzunuzu tetikliyorsunuz hem de gittiğinizde gördükleriniz ile beklentileriniz arasındaki farkı görebiliyorsunuz]:

“Paris,
Nazım’dan dinlediğim oldu seni, Hemingway’le (A Moveable Feast kitabı) sokaklarında dolaştım ve sonra nice şairlerden duydum methini. Giden dostlarım oldu, yanıp sönen flaşlar oldu, kamera kayıtlarını izledim, filmlerle yeniden sokaklarına döndüğüm oldu.
Sen ne kadar Paris olsan da, senden öte bir Paris var insanların zihninde. Modam Bovary’nin Paris’i gibi bu, televizyonun, kağıdın, kalemin Paris’i…İçinde miskin bir nehir akan, hafif yosun kokulu, biraz burnu havada bir Paris görmeyi bekliyorum.
Ve bakalım tekmil bütün yazarlarımıza, şairlerimize lirik yazılar, şiirler yazdın bu şehrin hikmeti neymiş. Eyüboğlu’nu görürüm belki ya da Nazım Hikmet’i Sen Nehri’ne dalmış memleketini düşünürken. Kimbilir belki Cemal Süreya, Cahit Sıtkı, Orhan Veli… ve dili Fransızca’ya dönen her şairimiz bir yaz tatiline çıkmıştır ben oradayken. Serin bir taş bulup üzerine oturduğumda, hayallerime girerler belki. Fısıldayan rüzgarda şiirlerinin melodilerini duyarım hatta. Paris’te rüzgar eser mi? Esmez mi? Fikri ilginç geliyor, fazla idealize etmişiz herhalde Paris’i…
Güzel bir Akdeniz selamı ile geçsin günlerim. Akdeniz estetiği Paris’e de uğramıştır muhakkak. Ayrı bir güzellik katmıştır ona. Tanımak, görmek isterim. Paris insanlarını da tanımak isterim, onların fısıltıları, sırları taşıyacak beni, Paris’in gerçekliğine. Az kalsın unutuyordum, Victor Hugo’nun referansı ile çalacağım kapını. Az mı eşlik ettik J. Valjen’a?”
[16.06.2011]

                              
 (Video ile işitsel ve görsel olarak yazıyı okumaya hazırlanın :) )

Paris’e ondan keyif almak için gidilir. Ne yaparsan yap, ne görürsen gör, onu seversin.  Ben sevdim, bir buçuk güncük kalabildik, yetmedi zaman; bir daha gelmek için söz verdim Paris’e. Amsterdam’dan sonra Antwerp üzerinden Paris’e geçtik, gün batarken,  trenimiz Paris banliyölerini selamlaya selamlaya Gare du Nord’a girdi.
Banliyölerdeki çirkinlik ve düzensizlik elbette görmeyi umduğumuz Paris’in resmini çizmiyordu, ama Paris’in yükünü bu banliyölerde yaşayan insanlar sırtlamıştı bu gerçekti. Maalesef buradaki insanlar, görünmek istenmeyen Paris’in temsilcileri olarak kalacaklar. Tren çevresindeki duvarlara çizdikleri grafitilerle bizlere bir şeyler anlatmaya çalışacaklar, biz anlayamayacağız.  Paris’in Sirap’ı.
Trenimiz Gare du Nord’a girdi ve işte artık geçmiş yüzyılların en büyük emperyalist devletlerinden birinin kalbindeyiz. Üstüne en çok titrenen, en sevilen, en çok bilinen ve en çok özlenen şehir Paris… İçimizdeki keşfetme arzusu, bizi gezip görmek için kamçılasa da birer kamçıyı da yorgunluğumuzdan ve sırtlarımızdaki 10 kiloluk çantalardan yiyorduk. O yüzden bütün merakımıza rağmen önce kalacağımız otele gitmeye karar verdik. Biraz uğraşıp oteli bulduk [Bir aranot vermeden geçemeyeceğim, Fransızların İngilizce konuşmayı reddettiği ve pek yardım sever olmadığı söylense de İngilizce olarak adres sorduğumuz bir çift, bize adresi söylemekle kalmadılar, gideceğimiz yere kadar bize eşlik ettiler, gezmenin bir güzelliği de önyargıları test etme şansı bulmak]. Henüz Paris’i meşhur kılan hiçbir şeyi ucundan da olsa görmemiştik. Adını bin bir türlü yerde duyduğunuz bir şehrin içinde olduğunuzu bilmek heyecan verici ve tuhaf!
Akşam otelde biraz dinlendik. Sonra en azından çevremizi gezelim, yemek yiyecek bir yer bulalım diye dışarı çıktık. La Republique diye bir mahallede kalıyorduk. Sokaklar pek tenhaydı, açık yer sayısı azdı ve açık olan yerler bizim için inanılmaz pahalıydı. Bulabildiğimiz en az pahalı yere geçip yemek yedik. Sonra otele döndük. Yarınki duyu şölenine bedenimizi ve ruhumuzu hazırlamak için erkenden uyuduk.
***
I. Gün
Ve Paris’e uyanılan bir sabah! Otelden çıkıp Paris’e atılan bir adım! Solunan Paris havası!
Otelden Paris haritasını aldık. Güneşli güzel bir günün sabahında Paris’i adımlamaya başladık. Önce Gare de Lyon’a gidip sonraki seyahat noktamız olan Barselona’ya tren rezervasyonu yaptırmamız gerekiyordu [Interrail biletiniz olsa da ülkeler arası trenlerde rezervasyon yaptırmanız gerek]. Temiz ve oldukça düzenli sokak ve caddelerde yürüye yürüye gara gidip işimizi hallettik. Yol boyunca Paris’in o güzel ve düzenli neo-klasik cepheli evlerine hayran hayran baktık. III. Napolyon, 1850’lerde Paris’in merkezini tamamen yıktırıp yeniden inşa ettirir. Caddeler sokaklar genişletilir, düzenli hale getirilir. Amaç şehri güzelleştirmek gibi görünse de ikinci bir amaç daha vardır, ordu birliklerinin şehir içinde rahat hareket etmesini sağlamak! Fransa’nın ilk devlet başkanı ve son monarşı Napolyon, askeri nizamla, Paris’i güzelleştirmiş. İlginç bir ayrıntı…
Paris’i gezmek için seçtiğimiz yöntem: ayakbüs! Madem her tarafı güzel bir şehirdeydik, o halde yürüye yürüye gezelim, her yeri diye kararlaştırdık[tabii metroya para vermek istemememizin de payı vardı J].Elimizdeki haritadan, Gare de Lyon’dan Sen Nehri’ne en kolay çıkabileceğimiz yolu bulup Sen Nehri kıyısına indik. 10-15 dakika yürüyüp nehir kıyısına ulaştık, bütün görülecek güzel yerler nehir kıyısında olduğu için mantıklı bir rota izleyip görmek istediğimiz çoğu yeri görebilecektik. Sırasıyla Sen Nehri kıyısındaki sahaflar, Notre Dame Katedrali, Louvre Müzesi, Lüksemburg Bahçesi, Eiffel Kulesi ve Şanzelize’deki Zafer Takı’nı tek günde görmek niyetindeydik [başka çaremiz yoktu çünkü önümüzdeki bir hafta boyunca sadece sonraki günümüze Barselona treninde yer vardı].
Sen Nehri kıyısına gelince beni bir mutluluk kapladı, işte kafamdaki Paris’in resmi dedim, hoş insanlar her yerde, hallerinden memnun, mutlu görünüyorlar. Yaşlı amcaların ceplerinde kitaplar gördüm, ilginç geldi. Kafelerde oturan, yürüyen, duran insanlar hep sakindi, huzurluydu. Hayat burada bütün güzelliği ile gerçekleşiyor olmalı. En azından Paris merkezi böyle; çeperde tam tersidir muhakkak.
Artık Sen Nehri boyunca, nehrin rehberliğinde yürüyorduk. Önce Arap Dünyası Enstitüsü dikkatimizi çekti, ona yakın bir yerde sahafları gördük, kitapları karıştırdık, vintage eşyalara baktık, kendi kendime güldüm, demek Türkiye’deki vintage-insanların imalat merkezi bursaydı J
Sonra adını hatırlayamadığım kocaman bir parka geldik, içinde dev bir botanik bahçesi, bahçede dünyanın her yerinden getirilmiş bitkiler… Yanında bir hayvanat bahçesi, içinde dünyanın her yerinden getirilmiş hayvanlar… Birazdan bu izlenimlerin kafamda oluşturduğu tezi belirteceğim.
Bu parkı şöyle bir gezip Notre Dame Katedrali’ne doğru devam ettik, bu arada Eiffel Kulesi’ni de ucundan görmeye başlamıştık artık. Keyifle biraz daha yürüyüp o meşhur İle de la Cite’e geldik, nehrin içindeki bu adada Notre Dame (Meryem Ana) Katedrali var. Gotik katedral’in içine girmeme kararı aldık [ana hedefimiz Louvre Müzesi’ydi], dışarıdan seyrettik. Quasimodo’nun çaldığı çanlara bakıp hikayeyi geçirdim aklımdan. Bir dahaki sefere burayı iyi gezmek lazım, dedim kendi kendime.
Louvre Müzesi
Ve sonra biraz daha yürüyüp Louvre Müzesi’ne geldik. O kadar kocaman bir saraydı ki girişini bulmamız 15 dakikamızı aldık. Aman yarabbi! Hayatımda böyle bir müze görmemiştim! Dünyanın en büyük sanatçılarının eserleri, en eski medeniyetlerin kalıntıları, her kıta insanın ellerinden çıkanlar… her şey ama her şey bu müzedeydi. Bana dünyanın özeti nedir, diye sorsalar, Louvre Müzesi derim herhalde. Tezim şu: Eski sömürgen Fransa, bütün dünyayı (dünya varlıklarını) Paris’te toplamaya çalışmış: bütün bitkiler botanik bahçesinde, bütün hayvanlar hayvanat bahçesinde, bütün insan yapıtları Louvre Müzesi’nde, dünyanın her yerinden insanlar Paris sokaklarında… Egemen güdüsü bu galiba, her şeyi kendine yakın yerde toplamak!
Louvre Müzesi harika bir yer, evet, dünyayı buraya meşru yollarla toplamadıkları aşikar! Türkiye’den kaçırılan eserleri de gördüm, başka başka yerlerden çalınan binlerce eseri de. Her bir parçanın ayrı ayrı hikayesi vardır eminim, tek tek dinlemek isterdim hepsini; ömür yetse…
Gördüğüm eserleri tek tek anlatmaya ne mecalim var, ne de gerek var… İçimi dolduran hisleri anlatayım, sonra siz gidince hissettiklerinizle kıyaslarsınız. Louvre girince içim korku ve hayretle doldu. Korku nereden çıktı diyeceksiniz. Sanatın en güçlü haliyle karşı karşıyaydım. Gördüğüm her eserde (resim, heykel, vs.) zihnime hücum eden düşünceler ve duygular beni korku dolu bir karmaşaya sürüklediler. O anlarda, düşünülebilecek her şey zihnimdeydi: ölüm, yaşam, sonsuzluk, sonluluk, dün, bugün, yarın, ötemizdeki, içimizdeki... Sanatın gücüne hayret ediyor insan!
Saatlerce gezdik Louvre Müzesi’ni, merdivenleri defalarca indik, çıktık: Afrika, Latin Amerika, Asya, Güneydoğu Asya, Avrupa, Amerika… Bütün dünya eserlerini görmüş olduk. Karşılaştırmalı antropoloji dersinde gibiydik. İnsan her kıtada yaşamış, yaşıyor, bulunduğu çevre ile ilişkiye girmiş ve yaratabildiği en çarpıcı eserleri yaratmış. Yaratmış ve kimi zaman yarattıklarına tapmış!
“Daha yeni başlamıştık!” hissiyle 5-6 saat sonra müzeden çıktık, gün batmak üzereydi. Daha meşhurlar meşhuru Eiffel Kulesi vardı, fakat önce Lüksemburg Bahçesi! Paris’e gidip uzun süre kalacak her insan, en az bir gününü Lüksemburg Bahçesi’nde geçirmelidir! Bizim için bulması biraz zor oldu ama sizler Paris’in harika metro ağını kullanarak rahatça gidebilirsiniz, biz ayakbüs seviyoruz! J Lüksemburg Bahçesi peyzajı harika yapılmış, müthiş bir park. Güzel bir havuzu var, havuz çevresine tek tek sandalyeler koyulmuş. Bank değil, sandalye! İnsanlar oturmuş güzel güzel kitap okuyorlardı. İnsan buraya gelip “hiç yapmalı”. Oturup hiçbir şey düşünmeden, dinlenmeli.
Lüksembug Bahçesi
Harita hayat kurtarır! Ara sokaklardan geçe geçe Eiffel Kulesi’ne doğru gittik; fakat karşısında şarap içip gezimizi kutlamayacaksak, Eiffel’e gitmenin ne anlamı vardı? Şarap ve bardak aldık, yolumuza devam ettik. Ve son sokağı da geçip meşhurların meşhuruna ulaştık! Daha önce o kadar çok görmüştük ki tanıdık bir yerde hissettim kendimi, tepesine çıkma niyetimiz yoktu, kuleyi boydan görebileceğimiz, Sen Nehri kıyısında bir yerde oturduk. Güzel güzel şarabımızı içtik, artistik cam kadehlerde değildi ama şarap aynı şarap J 
Eiffel, "Sen" (Nehri) ve ben :)

Etrafımız inanılmaz derecede turistikti, o yüzden fazla durmadık. Zafer Takı’na doğru yürüyüşe geçtik, bedenimiz yorulmaya başlamıştı artık. Zafer Takı’na gittik, fotoğraf çekildik, Şanzelize üzerindeki aşırı lüks mağaza ve mekanlar bize göre değildi zaten. Oradan metroya atlayıp otelimize döndük, saat gece yarısına yaklaşıyordu. 100 yıllık Paris metrosu sağolsun, 5-10’da otele geldik. Gün boyu gördüklerimizle doyacağız sanıp pek bir şey yememiştik, yemek yiyip uyuduk; Paris’in gecesini görmek ilginç olabilirdi.
II. Gün
Sacre Couer
Sonraki gün öğleden sonra Barselona’ya trenimiz kalkacaktı, sabah en azından Sacre Coeur’ü görelim dedik. Bu sefer yürümedik, metroyla hızlı bir şekilde Sacre Coeur’e geldik. Sacre Coeur(Kutsal Kalp) Bazilikası bütün Paris’i yukarıdan gören, Hindistan’daki Tac Mahal’i andıran ilginç bir dini yapı. Oradan Paris’i seyretmek güzel bir deneyimdi. Tabii sırtımızda interrail çantalarıyla oraya çıkmak durumunda kaldık çünkü ordan sonra istasyona gidecektik. Kas yaptık herhal. J Sanatçılarıyla ünlü Montmartre Mahallesi’nde biraz gezip istasyona geçtik. Paris yolculuğu da böylece bitti.
Sacre Coeur'den Paris ve işportacı ağabeyler
Paris gezim yarım kaldı. İstediğim gibi Paris’in dokusuna nüfuz edemedim; öne çıkan yerleri gezebildik sadece, çok az insanla konuşabildik, ara sokaklardaki kafelere giremedik, girip şarap yudumlayıp tartışamadık, akordeon dinleyemedik, Paris’in öteki yüzünü bize gösterebilecek insanlarla arkadaşlık edemedik, yarım kaldı yarım; yarım kalması, gelecekteki gezilere bir davetiyeydi. Yine döneceğim sana, Paris!
“Paris” adı nereden geliyor diye merak edersinizdir. Vikipedi’den alıntıdır:
“Paris adını Galya halklarından Parisii lerden almaktadır. "Paris" aslında Romalıların "Lutetia" yerine kullandıkları "Civitas Parisiorum" (Parisiilerin şehri) adının zamanla değişmesi sonucu oluşmuştur. Paris aynı zamanda şehrin etrafındaki yöreye de ("Parisis") verilen isim olmuştur. Cormeilles-en-Parisis ve Fontenay-en-Parisis gibi şehirlerin isimlerinde buna rastlanır. Bu adın kaynağı tam olarak bilinememektedir. Paris bölgesinde çokça bulunan taş ocaklarına istinaden Galce "kwar" (taş ocağı) kelimesinden geliyor olabilir. Başka etimolojilerde önerilmiştir. Pierre Hubac ve Cheikh Anta Diop'a göre, Parisiilerin adı Mısır tanrıçası İsis'ten gelmektedir çünkü Paris bölgesinde İsis'e adanmış birçok tapınak ya da Eski Mısır dilinde "per Isis" bulunmaktaydı. Bir efsane de Paris adını dalgalar altında kalıp denize batan efsanevi Ys şehriyle birlikte anar. Maurice Druon "Paris de César à Saint Louis" (Sezar'dan St.Louis'ye kadar Paris) adlı kitabında Paris adının Galce "par" (gemi) sözcüğünden geldiğini iddia eder. Şekli gemiye benzeyen, su üzerine kurulmuş, geçimini suya borçlu olan ve ismini de belki sudan almış olan bir şehir. Bir ada olan Lutèce'in refahı "gemiciler" tarafından sağlanıyordu ve bu gemicilerin sembolü olan gemi de şehir armasını oluşturmuştur.”

[14 Ağustos 2011’de yazılan defter notlarına 3 Mart 2013’te eklenenlerle oluşturulmuş bir yazı]