25 Mayıs 2013 Cumartesi

11. Venedik - Kalbur Üstünün Büstü

Floransa’dan sonraki durağımız Venedik’ti. Floransa’dan yola çıkıp akşama doğru Venedik’e vardık. Venedik’te hosteller çok pahalı olduğundan geceyi Venedik’te geçirmeyecektik. Gökhan’ın Trevisolu arkadaşı Stefano’nun yanına, Treviso’ya gittik. Yani Venedik’teki tren istasyonunda iner inmez, yeniden trene binip Treviso’ya geçtik. Çok uzak değildi zaten. Geceyi Treviso’da geçirip sonraki sabah Venedik’e dönecektik. [Bu arada Venedik’i gezmeyi planlayanlara böyle bir şey yapmalarını tavsiye edebilirim. Venedik’te değil de çevre kasabalarda hostellerde daha ucuza kalabilirler].
Treviso'daki nehir
Treviso Meydanı

Geride bıraktığımız sekiz şehrin yorgunluğu üzerimizdeydi. Sağolsunlar Stefano ve ailesi, yaptıkları güzel İtalyan yemekleriyle yorgunluğumuzu atmamıza yardım ettiler J Çok güzel bir akşam yemeğinden sonra Treviso’yu gezmeye çıktık. Güzel, eski bir meydanı vardı. Işıklandırması çok hoştu. Tembel tembel akan bir nehir, eski yapıların arasında dolaşıp Adriyatik Denizi’ne doğru yol alıyordu. Bir şeyler içip eve döndük, uyuduk. [sakin bir şeyler yapmaya ihtiyaç duyuyorduk J]
Sonraki gün Venedik… Sabah erkenden yola çıktık. Stefano’nun annesi bize güzel sandaviçler yaptı. Bizi bekleyen “pahalılık” tehlikesine karşı uyardı. Sonrası tren… Venedik adalarına sanırım deniz doldurularak yapılmış tren yolu üzerinden geçiliyor. Trendeyken, kendinizi suyun üstünde gidiyor sanıyorsunuz.
Adaların hemen girişinde Santa Lucia tren istasyonu var. Orada indik. İnterrail çantalarımızı emanetJ 

e bıraktık. Sonra şehri keşfe çıktık. İtiraf etmem gerekir ki interrail yolculuklarımız sırasında en beğenmediğim şehir Venedik oldu. Tuhaf olmasına tuhaftı, güzel olmasına güzeldi ama tamamen bir üst sınıf şehriydi. Etrafta gezen insanlar, işyerleri, evler her şey altsınıfları dışlıyordu, o yüzden bu şehre kendimi çok yabancı hissettim. Böyle hissetmem biraz da yolculuk yapmaktan bıkmaya başladığımızdan olacak herhalde. Bunun dışında, gözüme çarpan ilginçlikleri anlatayım
Şehirde sokak yerine kanallar var. Tek ulaşım biçimi deniz ulaşımı. Taksiler, çöp toplama araçları, ambülanslar hep gemi, kayık vs. Ve her mahalleye köprüler geçerek gidiyorsunuz.
Canal Grande
 Elimizde harika olmasına rağmen bu bağlantılar kaosunda defalarca kaybolduk. Niyetimiz San Marco meydanına gitmekti. Önce Rialto Köprüsü’ne uğradık. Bu köprü Venedik’teki Ponte Vecchio gibi, üzerinde mağazalar bulunduran bir köprü. Mağazalarda yalnızca turistik eşyalar satılıyor. Sanırım bütün Venedik’te yalnızca turistik eşya satan yerler var. Venedik, yukarıdan bakınca Canal Grande’nin ayırdığı iki büyük ada ve bu adaların çevresindeki irili ufaklı adacıklardan oluşuyor. Köprü Canal Grande üzerine kurulmuş. Köprüyü aşıp dar kanalların üzerindeki küçük köprüleri aşa aşa San Marco meydanına geldik. Ünlü katedrali dışarıdan seyrettik. Venedik’te amaçsızca gezindik. Artık bezmişlik hali vardı üzerimizde. İkinci ada parçasının sonundaki parka gittik. Bakta saatlerce oturduk. Parkın yanında o ünlü Venedik Bienali vardı. Girmedik J Bankta oturup her beş dakikada bir geçen transatlantikleri saydık, İtalyanın turizmden ne kadar para kazandığını hesaplama çalıştık Türk mantığıyla. J Anlayacağınız o meraklı ruhu bir süreliğine rafa kaldırmıştık. Artık Türkiye’ye dönme arzusunu hissetmeye başlamıştık.

Gün batarken kaybola kaybola tren istasyonuna döndük. Tren kalkana kadar merdivenlerde oturduk. Bir sonraki yolculuğumuz Viyana’ya idi.
San Marco Meydanı








10 Mayıs 2013 Cuma

10. Floransa - Güzeli Doğuran Güzel


Uzun süredir yazamıyorum. Geride kalan zamanda güzel bir İspanya’ya turu yaptım, yedi (Barselona, Madrid, Granada, Malaga, Cordoba, Sevilla, Valencia) şehir gezdim. 2011 İnterrail turu yazılarımı tamamladığımda, ki tamamlamama birkaç şehir (Venedik, Treviso, Viyana ve Prag) kaldı, onları da bir bir ekleyeceğim. Şimdi bir güzeller güzeli Floransa ile devam edeyim… [ Dan Brown’ın son kitabı Cehennem’in kapağında Floransa’nın resmini gördüm. İlginç bir Floransa macerası bizi bekliyor herhalde]
***
İtalya’da Rönesans’ın Floransa’da başladığı söylenir çünkü Rönesans’ın en büyük sanatçılarından Leonardo da Vinci ve Michelangelo bu güzel şehirde yetişmiş ve belki tuvale ilk dokunuşlarını burada deneyimlemişlerdir. Büyük yazar Dante de bu şehrin havasından suyundan tadıp yazmıştır en büyük eserlerini. Boticelli, Machaivelli ve daha birçok sanatçı ve yazar buranın havasını solumuştur. Bu kadar çok sanatçının bu topraklarda yetişmesinin bir tesadüf olduğunu düşünüyorsunuz belki. Floransa’yı görene kadar ben de öyle düşünüyordum. Lakin Floransa, sanatın kendisi olarak doğmuş bir şehirmiş meğer. Bir yanda doğanın sanatkar elleri, diğer yanda estetik insan elinin ortak emekleriyle yaratılmış Floransa. Güzele bu kadar maruz kalıp sanatçı olmamak mümkün mü? Şehirde gezerken yahut yüksek bir tepeye dikilmiş Musa heykelinin önünden şehre bakarken elinizi yüzünüzü düzeltme ihtiyacı duyuyorsunuz, konuşurken seçtiğiniz kelimelere dikkat ediyorsunuz, bir şiir peyda oluyor dilinize ya da bir şarkı...
                     
Floransa’yı çevreleyen tepelerin birinde, turistik bir çadır kampında kaldık. Sıradan bir hostel yerine, böyle bir yerde kalıp değişik bir şey yapalım diye düşünmüştük. Komiktir, Floransa’ya giderken şehrin nasıl bir şehir olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yoktu, basit bir şehir sanıyorduk, bari şehri gezmekten sıkılırsan, ormanda dolaşır, temiz hava alırız diye çadır kampını tercih etmiştik. Şimdi bu fikir çok komik geliyor J
Eşyaları çadırda bırakıp tepeden aşağı, şehre doğru yola çıktık [Çadırlar bildiğimiz çadır gibi değil, prefabrik binalar gibi, küçük evcikler, içlerinde yatak var ve kapıları kilitlenebiliyor]. Sabahın o saatinde dahi, Arno Nehri’nin iki yakasına dantel gibi işlenmiş Floransa şehri harikulade görünüyordu. Ormanlık alandan inip eski ve güzel evlerin arasına, temiz ve düzenli sokaklara daldık, biraz yürüdükten sonra Ponte Vecchio’ya [Eski Köprü] geldik. Ponte Vecchio, çok tuhaf bir köprü. Üzerine gecekonduvari kulübeler inşa edilmiş, kulübelerin renkleri turuncudan başlayıp sarının her tonunu dolaşıyor. Kulübe dediğime bakmayın, hepsi mücevher dükkanı olmuş şimdi. Bu köprü 2. Dünya Savaşı’ndan sağlam çıkan tek köprüymüş. Bu köprüye günbatımında döneceğiz ve en güzel günbatımlarından birine tanık olacağız. 
Ponte Vecchio
Şimdi yolumuza devam edelim. O koca kubelli binayı bulalım. Köprüyü geçince, sağa döndük, nehir boyunca devam eden kemerli sokak boyunca yürüdük. Uffizi Galerisi’nin gölgesi altında yürüyorduk. Uffizi Galerisi de dünyanın en Rönesans koleksiyonlarından birine sahip. Hemen yanında da Galileo Müzesi var. İkisini de gezmek istedik, fakat bu ziyaretleri, mücbir sebeplerden ötürü, bir başka Floransa seyahatine bırakmaya karar verdik. Sola dönüp küçük bir sokağa girdik. Her yanımız buram buram Rönesans kokuyordu [Abartıyorumdur belki]. Kokunun geldiği yer Piazza della Signoria [Türkçeye Hz. Meryem Meydanı diye çevirebiliriz sanırım] imiş. Bu meydanda Neptün Çeşmesi’ni, Herkül heykelini ve meydanı süsleyen diğer heykelli gördük. Heykeller şehrin sanatsal karakteriyle çelişir gibiydiler. Kafa kesme, savaş ve öldürme temalarıyla yapılmışlar. Savaşı da estetize etmeye mi çalışmışlar diye düşündürtüyor.
 
Zihnimizde canlı imgelerle yolumuza devam ettik. Yine dar sokaklara girip yeni bir meydana ulaştık. Bu sefer karşımızda, bütün heybetiyle, Santa Maria del Fiore Katedrali, nam-ı diğer Duomo [kubbe] duruyordu. Bir sanat tarihçisi olsam katedral üzerindeki görkemli süslemeleri uzun uzun anlatırdım ama cahil bir izlenimci olarak sadece çok etkileyici olduklarını söyleyebiliyorum. Özellikle kubbe çok güzel. Dünya’nın en büyük katedral kubbelerinden biriymiş. Bu yorumu neden yapıyorum bilmiyorum ama çok dostane bir havası var. O boğuk gotik kubbelere hiç benzemiyor. Herhalde Rönesans yapısı olmak böyle bir şey.
Duomo’nun yanından ayrılıp gün batımına kadar Floransa sokaklarında dolaştık, büyük ihtimalle tarihsel anlamları çok önemli olan yapılar gördük, tuhaf İtalyan yemekleri yedik, gezdik dolaştık. Gün batımına yakın tepemize dönüp güzel manzarlı bir yerde oturup şarap içmeye karar verdik. Güneş hafiften tepelerin koynuna girmeye başlamıştı. Gökyüzünde kırmızının ve mavinin tonları menevişlenmeye başlamıştı. Son sokağı geçip Ponte Vecchio’ya geldiğimizde, güzel bir klasik gitar sesi duyduk. Ses köprünün ortasından geliyordu. iki gitarist, Arno Nehri’nin mendereslerinin, tepelerin ve güneşin birleştiği yerde yitmekte olan güne bakıp güzel bir şarkı çalıyorlardı. Öylesine güzel bir ses ve görüntü cümbüşüydü ki kelimelerin ve fotoğraf makilerinin kifayetsiz kalacağını düşünüyorum. 
Zira çektiğimiz fotoğraflara baktım. O gün gördüklerimizin yüzde birini bile yakalayamadığımızı fark ettim. 
Hatırlama yetimin yardımı bile yetersiz. Gidip yine görmek lazım! Karanlık çökünceye kadar orada durduk ve Güneşle Dünyamızın ışık dansını seyrettik. Rönesansın büyük ressamları, fırçalarını bu ışığı sürüp resim çiziyor olmalıydılar!
Güzel bir manzara da bizi tepemizde bekliyordu. Musa amcamızın heykeline kadeh kaldırıp geceliğini giyinmiş Floransa’ya çapkın çapkın baktık; bu şehir insanı güzelliği ile sarhoş ediyor…