19 Ağustos 2014 Salı

15 - Gökçeada - Yavaşlık ve Huzur

Gökçeada’dan dün döndük. Hazır anıları taze taze aklımdayken çok sevdiğim Gökçeada’yı, sizlere tanıtayım, anlatayım isterim. Elimden geldiğince romantikleştirmeden anlatmaya çalışacağım ama bakalım, çok sevdiğim için araya romantikleştirmeler de girebilir J
Bu gidiş Gökçeada’ya 3. gidişim oldu. Sevgili dostum Soner orada olduğu müddetçe de gitmeye devam ederim sanırım J Soner’in sayesinde adayı epey iyi tanıma fırsatım oldu. Bu yazıda ağırlıklı olarak son deneyimlerimi yazacak olsam da önceki gezilerimdeki deneyimlerimden, fotoğraflarımdan da faydalanacağım. Neyse hadi başlayalım…

Hadi Gökçeada'ya!
Cittaslow Gökçeada
Gökçeada bir cittaslow! Citta ne? Cittaslow, yani sakin/yavaş şehir. Sanırım adayı en güzel tanımlayan, en güzel sıfat “yavaş”. Belki adayı bu kadar sevmemin nedeni de budur. (Bu vesileyle size cittaslow’u da anlatayım, kendi sitesinden alıntıyla: “Cittaslow felsefesi yaşamın, yaşamaktan zevk alınacak bir hızda yaşanmasını savunmaktadır. Cittaslow hareketi, insanların birbirleriyle iletişim kurabilecekleri, sosyalleşebilecekleri, kendine yeten, sürdürülebilir, el sanatlarına, doğasına, gelenek ve göreneklerine sahip çıkan ama aynı zamanda alt yapı sorunları olmayan, yenilenebilir enerji kaynakları kullanan, teknolojinin kolaylıklarından yararlanan kentlerin gerçekçi bir alternatif olacağı hedefiyle yola çıkmıştır.”) Gökçeada’nın küçücük bir merkezi ve bu merkezin uzağında bulunan irili ufaklı Türk ve Rum köyleri bulunuyor. Gözlemlediğim kadarıyla, adanın ortasına yakın bir yerde bulunan merkezde, devlet daireleri, bankalar vs. dışında pek bir şey yok. Sıkıcı bir merkez. Ama adanın çeperlerindeki, farklı arkaplandaki insanların kaynaştığı nokta olması itibarıyla ilginç bir yer (bol vakit geçirip ilginç gözlemler yapılabilir belki). Adada yerleşimler, adanın Türkiye’ye bakan kısmının sağında ve solunda bulunan köylerde yoğunlaşıyor. Yunanistan’a bakan kısmında da birkaç köy var.
Gökçeada, “Göç’çeada”
Adanın sosyolojik açıdan ilginç yanlarını anlatmakla başlayayım. Ada Yunanistan’a en yakın kara parçası olduğundan ve Türkiye’nin tarihsel olarak adalarla ilgili problemleri olduğundan olacak, Gökçeada’ya iskan politikaları vasıtasıyla Türkiye’nin farklı yerlerinden insanlar yerleştirilmiş. Adada toplamda 9 tane köy var ve Rumlar haricindeki neredeyse bütün Türkiyeli nüfus Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden iskan yoluyla adaya yerleştirilmiş. 1930’lara kadar adanın nüfusu neredeyse tamamen Rumlardan oluşuyormuş; fakat Lozan Anlaşması’ndaki azınlık sorunları (mübadele vs.), varlık vergisi zamanları (1940’lar), Kıbrıs Harekatı (1970’ler) ve diğer sosyo-ekonomik faktörler adalı Rumları göçe zorlamış; şartlar olgunlaşınca bu Rumlardan geri dönenler ile bu süreç boyunca adada kalabilenler köyler halinde yaşamlarını sürdürebilmiş. Bu süreç sırasında deprem, sel gibi doğal felaketlerden yüzünden ya da devletin baraj veya santral gibi yerler yapmak için topraklarını istimlak etmesi yüzünden yerlerinden olan Türkiyeli köylüler adaya yerleştirilmiş. ÇOMÜ’den Selver Özözen Kahraman’ın Gökçeada’daki nüfus ve göç üzerine yaptığı çalışma durumu çok güzel özetliyor: “Günümüzde Gökçeada Rumların yanında, Anadolu'nun çeşitli yörelerinden gelenleri (Muğla-Milas-Yatağan, Burdur-Bucak, Samsun, Siirt, Van, Iğdır, Çankırı, Diyarbakır, Trabzon, Ünye, Bingöl, İstanbul, Isparta, Çanakkale-Biga-Çan, Artvin, Bingöl, Erzurum) barındırmaktadır. Bu süreçte Trabzon (1973-1974), Isparta, Burdur ve Muğla (1984)’nın köylerinden ve Biga’dan (2000) adaya yerleştirilenler için iskan köyleri kuruldu. Genelde arazisi elverişsiz alanların yanında, baraj ve termik santral yapımı için arazisi istimlak edilen köylerin halkı Gökçeada’ya yerleştirilmiştir. Farklı sosyal yaşantılara sahip bu grupların zor olan adalı yaşantısına uyumu kolay olmamıştır. Hatta bazıları hala adalı olamamışlardır.” Evet, gördüğünüz üzere, 9 adadaki insanların neredeyse hepsinin belleğinde bir göç hikayesi var. O yüzden Gökçeadalı kimle konuşursanız, bir göç hikayesi dinleme şansınız var. Bugün Gökçeada köylüleri evlerini yeni bir göç biçimine, turizm amaçlı göçe açmış bulunmaktalar. Nereyse bütün evler yazın pansiyona dönüştürülüyor ve her yerden insanı ağırlıyorlar.
Eşelek Köyü, Kefalos, Sardunya, Sema, Soner
 Biz de bu son gidişimizde Eşelek Köyü’nde, yaşlı bir teyzeden kiraladığımız bir pansiyonda (iki katlı, bahçeli hoş bir ev) kaldık. Ev sahibi Ayşe Teyze’den öğrendiğimiz kadarıyla bir zamanlar Çanakkale, Biga’da bir köy olan Eşelek Köyü, baraj yapımı yüzünden Gökçeada’ya “taşınmış”. Aynı adla adada (ironik şekilde, adanın Çanakkale’yi gören yanında)  bir köy kurulmuş. Neyse, her gün kapımıza bahçeden kopardığı salatalık, biber, elma ve inciri bırakan ve Egeli şivesiyle Esra’nın anladığı, benim anlamakta güçlük çektiğim Ayşe Teyze’nin evinde sakin, güzel bir hafta geçirdik. Ev köyün en dış köşesinde, köy de tek başına bir tepe eteğinde olduğundan gündüz denizi (biraz uzaktan), gece de yıldızların parlaklığını ağustos böceği sesleri eşliğinde izleyebilmenin keyfini çıkardık. Hatta daha karanlık köşelere yürüyüp Samanyolu’nun “süt dökülmüş” gibi duran çizgisindeki onlarca yıldızı hayretle seyrettik. Sanırım Gökçeada gökyüzü gözlemciliği için en iyi adreslerden biri. Neyse Eşelek Köyü’ndeki evimiz, Soner’in çalıştığı Sardunya Oteli’nin de içinde yer aldığı Aydıncık (Kefalos) plajına 2 km uzaklıktaydı. Minibüs seferleri çok nadir olduğundan ya yürüyorduk ya da otostop çekiyorduk. Bu iki kilometrelik yol boyunca neredeyse hiç ev yok, sağınızda solunuzda tarlalar, boş araziler ve adanın bana komik gelen unsurları: özgür koyunlar! var. Evet, Gökçeada’da beni en güldüren şey neredeyse adanın her yanında serbest gezen koyunların olması. Her köşeden koyunlar fırlıyor, gece evin balkonunda oturuyoruz, ağustos böceklerinin seslerine koyun melemeleri karışıyor J Koyunların sahipleri var elbet ama öyle serbest dolaşmalarına izin veriliyormuş, buna da “serbest hayvancılık” deniyormuş. Yeni öğrendim. Sonradan hangi koyun, kime ait nasıl karar veriyorlar, çok merak ettim doğrusu. Neyse koyunlu yollar bitip de içinde flamingoların ve martıların yüzdüğü Tuz Gölü’nü de geçtiğinizde Kefalos (Aydıncık) plajına ulaşıyorsunuz. Bu uzun plajda yalnızca birkaç tane tesis var (maalesef, şimdilik). İnsanlar genelde çadırlarda ya da karavanlarda konaklıyor. Sanırım Türkiye’de en fazla karavanı burada gördüm.
Sardunya Dışarıdan

 İşte bu plajın neredeyse hemen girişinde (yola göre), şirin mi şirin deniz mavisi renkte bungalovları ve insanı dinlendiren yeşil bir bahçesiyle Sema Hanım’a ait Sardunya (Beach Club; otel, pansiyon veya tesis… Sema Hanım da tam karar veremiyor) uzanıyor. Sema Hanım, Sardunya ile çok güzel bir vaha yaratmış orada. Çevresine göre daha estetik bir yapıya sahip bu mekan, tüketici turizm kültürüne alternatif; zevk sahibi insanların gittiği güzel bir mekan. 
Sardunya - Bahçe

Kum plajı da sanırım gittiğim plajlar arasında en güzel plaj. Hem temiz, hem taşsız, hem dalgasız, hem ılık. Her gün 6-7 gibi Eşelek’ten buraya gelip denizde yüzdük, sonra da akşamımızı Sardunya’da Soner ile, Sema Hanım ile ve burada çalışan diğer arkadaşlarla sohbet ederek bulmaca çözerek, bir şeyler okuyarak geçirdik. Hoştu.
Çipuro, Meryem Ana Panayırı, Rumlar, Ortak Kültürlerimiz
Gökçeada’ya gidişimiz 3 nedenden dolayı çok şanslı bir zamana denk geldi: 1. Yılın en güzel dolunayının (gökbiliminde “ekstra süper dolunay” olarak anılan dolunay”) görüneceği gün oradaydık. 2. Yılın en büyük meteor yağmurunun olacağı gün oradaydık. 3. 14-16 Ağustos tarihleri arasında gerçekleşen Meryem Ana Günü Panayırı’nda oradaydık. Dolunayı ve meteor yağmurunu anlatmayacağım, “anlatılmaz yaşanır” deyip geçeyim. Meryem Ana Günü Panayırı ise ilginç gözlemler yapmamı sağladı. Önce kısa bilgi vereyim gün hakkında, Ortadoks Hıristiyan Rumlar, 15 Ağustos gününü Meryem Ana’nın cennete yükseldiği gün olarak kutluyorlar. Bu panayırda, Yunanistan’ın değişik yerlerinde, adalarında ve dünyanın değişik yerlerinde yaşayan Rumlar, Rum köylerinde toplanıyor (Gökçeada vapurunda bavulunu taşımada yardım ettiğim amca Avustralya’da gelmişti!) ve yeme-içme-dans etme eğlenceleriyle bugünü hep birlikte kutluyor. Biz 14 Ağustos’ta, bir Rum Köyü olan Dereköy’de (eski adı Şinudi) yapılan eğlenceye katıldık (her gün bir köyde yapılıyormuş). Köydeki bir Rum amcaya ait olan, badem ağaçları altında, düğün salonunu andıran bir mekanda, düğün benzeri hoş bir etkinlik oldu. Çok ilginç bir ortamdı. Düşünün, herkes Yunanca konuşuyordu, içki ve yiyeceklerin satıldığı yerde duran amcalar bile Yunanca konuşuyor, arada çat pat bize Türkçe karşılık vermeye çalışıyorlardı. Sahnede ise Türkiye’deki müziklerden pek de farkı olmayan, Yunan ezgileri çalışıyor, Türkler ve Rumlar hep birlikte dans ediyorlardı, biz de arada kulağımıza tanıdık gelen ezgiler çaldığında, halaya, çiftetelliye falan katılmaya çalıştık, bazı arkadaşlara dans etmede yardım etmeye çalışan Rum amcalar, teyzeler oluyordu. Bazen hızlı ve ritimli danslar gelince de Rum arkadaşları sahnede yalnız bırakmak zorunda kalıyorduk J Yalnız, Yunanlılarla çok şey paylaştığımızı biliyordum da bu panayırda gördüklerim kültürlerimizin ne kadar da çok benzer olduğunu gösterdi. O yemek bizim, şu dans bizim, şu müzik bizim gibi saçma kavgaları bir yana bırakıp bu kadar çok kültür öğesini paylaşmaktan dolayı mutlu olmamız gerektiğini düşündüm. Zira bir yandan tanıdık, bir yandan yabancı olmak bana büyük bir keyif verdi. Horon müziği duyup farklı bir dans (halay) edildiğini görmek ilginçti mesela. Neyse gelip deneyimlemenizi tavsiye ederim. 14-16 Ağustos. Adanın da en kalabalık olduğu dönem.
Diğer günkü etkinliklere katılamadık maalesef. Soner’le oturup sakin zaman geçirmek istedik çünkü başka vaktimiz olmayacaktı. Şimdi sizi zamanda ve mekanda bir yolculuğa çıkarıp Dereköy taraflarından Eski Bademli Köyü’ne (Gliki) götüreyim. Bunun için adanın kuzeyine gidelim, hatta Kaleköy limanından başlayalım. Kaleköy limanı adanın kuzeyinde, tam Yunan adası Semadirek karşısında yer alıyor. Sağında küçük bir tepe var, bu tepede eski bir Rum köyü olan, fakat maalesef şimdi Rum nüfusundan arınmış ve çoğunlukla pansiyona dönüştürülmüş olan Kaleköy (Kastro) bulunuyor. İsminden de anlaşılacağı üzere, köyün tepesinde kale kalıntıları var. 

Bu kalenin hemen yanında Poseidon isimli bir pansiyona ait hoş bir restoran var ve burada tepenin tam üstüne yerleştirilmiş, Semadirek’i gören bir platform var, bu platforma da masalar kondurulmuş. Rakı içmek için harika bir mekan olduğunu tahmin ediyorum. Gittiğimizde gündüzdü, o yüzden girmedim ama bir daha o taraflara yolum düşerse, orada bir akşam oturmayı çok isterim. Şimdilik aşağı doğru inelim, kale kalıntılarının ve Semadirek siluetinin fotoğraflarını çeke çeke. Nedense hava rüzgarlıyken Semadirek daha yakın görünüyor.





Bu köyde Rum mimarisinin harika örneklerini görmek mümkün. Adadan kesilmiş taşlardan, coğrafi bölgenin dokusuyla barışık Rum köy evleri gerçekten görülmeye değer.




 Zira Yeni Bademli Köyü’ndeki “düz” evlerle kıyaslandığında, gerçekten farklılar. Çoğunlukla Isparta’dan göç etmiş vatandaşlarımız burada yaşıyor, kışın ÇOMÜ öğrencilerine kiralanan evler, yazın pansiyona dönüştürülüyor, kışın sakin olan köy, yazın gerçek bir tatil köyüne dönüşüyor.
Gökçeada'ya baharda giderseniz her yer meyve vermiş ayva ağaçlarıyla doludur.



 Zira köyün hemen yakınında Yıldız Koyu bulunuyor, bu koyda bence Kapadokya’yı aratmayacak güzellikte, rüzgarın ve dalgaların ortak sanatıyla oluşmuş kaya şekilleri var.




 Buradaki plaj, haliyle taşlı ama yazın epey kalabalık oluyor. Şimdi esas gitmek istediğim yere gidelim, Yeni Bademli çukurluk bir alanda. Köyü kesen asfalt yolu takip edip merkez tarafına doğru yürürseniz, bir süre sonra solunuzda dik bir yokuş göreceksiniz, sabredip bu yokuşu çıkarsanız, yokuşun tepesinde, her yanı badem ağaçlarıyla çevrelenmiş, eski ve estetik bir Rum köyü göreceksiniz. 3. gidişimde değil de ilk gidişimde çıktım bu güzel köye. Gittiğimde mevsim kıştı ve köy adeta terk edilmiş bir hayalet köydü. Sanırım yalnızca bir iki kişiye rastlamıştık, Soner ev sahiplerinin Yunanistan’da ya da başka yerlerde yaşadığını söylemişti.

Eski Bademli'nin Üst tarafları

Köyün üst kesimlerinde Antik Yunan’dan kalmış gibi duran bir çeşme, onun yanında büyük çınar ağaçları ve terk edilmiş, yıkık dökük evler vardı. Bir de badem ağaçları… Altlarında bulduğumuz bademleri kırıp yediydik. Bu köyün yazın nasıl olduğunu bilmiyorum ama kışın terk edilmiş hali içimi hüzünle kapladı, estetiğini ise çok sevdim. Bu ilginç Rum köyünden sonra başka bir Rum köyü olan Zeytinli Köyü’ne (Haghioi Theodoroi) bisikletle gittik. Adından da anlaşılacağı üzere bu köy zeytin ağaçlarıyla dolu.




 Gökçeada Barajı’na yakın olduğundan, tarım da rahat rahat yapılabiliyor. Zeytin tarlalarının çok iyi düzenlendiğini gördüm. İyi hasat aldıklarını tahmin ediyorum. Zeytinli de bir o kadar terk edilmişti, kış koşullarında. 



Eski bir kilisesi, hoş Rum evleri ve köy meydanındaki 4 kahvehanesiyle güzel bir bütünlük oluşturuyordu. Aslında bütün kahvehaneler kapalıydı, bir kahvehanenin vitrinine bakarken bizi gören Rum teyze içeri buyur etti; sakızlı muhallebi ve dibek kahvesi ikram etti. Mekan biraz zamanlar Beşiktaş’ın kalecisi olan Rum bir amcaya aitmiş. Eski fotoğrafları duvara asılıydı. Amcayı da, teyzeyi de, köyü de sevdik. Uğurlu, Şirinköy ve Tepeköy’ü ise henüz gezme fırsatımız olmadı, onlar da başka yazılara kalsın, gitmek için bahanemiz olsun J



Rüzgar Sörfü, Uçurtmalı Sörf ve Bulgarlar
Son olarak Bulgarlardan bahsedeyim. Kaldığımız Eşelek Köyü ve çevresinde hayatımda görmediğim kadar çok Bulgar gördüm, sanırım köyün yarısındaki evleri Bulgarlar kiralamış. Ayrıca Aydıncık plajında da karavanlarda, çadırlarda kalanların çoğu Bulgar. Romanya’dan da gelenler oluyor. Balkanlardan buraya çoğunlukla rüzgar sörfü (windsurfing) ve uçurtmalı sörf (kitesurfing) için geliyorlarmış. Hatta Bulgarların kendi sörf okulları bile var. Çok bilgim olmasa da Türkiye’de rüzgar sörfü yapmak için en uygun yer Gökçeada’ymış.

Çeşit çeşit karavanlar görmek mümkün :)

Yazıyı sevgilim dostum Soner'e sonsuz teşekkürlerimi sunarak bitireyim. Benle Esra'yı Gökçeada'yla o tanıştırdı, her defasında bizi o misafir etti, kalacak yerimizi o ayarladı, yemeklerimizi o yedirdi. Çok teşekkürler, Soner! İyi ki varsın :) Bizi güler yüzüyle misafir eden, tatlı uykusunu bölüp bizi 07.00'daki Gökçeada-Eceabat feribotuna yetiştiren, Sardunya'nın sahibi, Sema Hanım'a da çok teşekkürler :)

Minik ipuçları ve tavsiyeler
1- Gökçeada’ya Çanakkale üzerinden gidecekseniz, Çanakkale iskeleden önce Eceabat’a feribotla geçeceksiniz (2 TL, Gökçeadada vapurunda da geçerli), sonra Eceabat iskelesinin hemen yanından kalkan Kabatepe minibüslerine bineceksiniz (3.5 TL), minibüs sizi Gökçeada vapurunun kalktığı yere götürecek, vapur genelde 3 saatte bir 7-10-13-16… saatlerinde kalkıyor. Yolculuk bir buçuk saat sürüyor.
2- 14-16 Ağustos’taki Meryem Ana Panayırı’nı kaçırmayın.
3- Ağustos genelde kalabalık oluyor ama adanın en kalabalık hali bile, İstanbul’un ramazan bayramındaki halinden tenha.
4- Aydıncık (Kefalos) Plajı harika bir plaj hem yüzmek için hem rüzgar sörfü için.
5- Otostop ana ulaşım yönetimi. Bisikletle adadaki köyleri dolaşmanızı tavsiye ederim.
6- Badem kurabiyesi, dibek kahvesi, fırında oğlak gibi adanın ünlü tatlarını deneyin.
7- Aydıncık Plajı taraflarında kalmak isterseniz, Sardunya’da (http://sardunyabeach.com/) kalabilirsiniz J
8- Sonbaharda adanın çok güzel olacağını tahmin ediyorum.
9- İnzivaya çekilip bir şeyler okuyup yazmak/çevirmek için güzel bir yer Gökçeada. (çevirmen dostlara duyurulur)
10- Gök gözlemi için de güzel ada. Işık kirliliğinden uzak olduğu için yıldızlar parlak görünüyor.

Ek kaynak: http://www.gokceadarehberim.com/



























1 Ağustos 2014 Cuma

İnterrailciler için İbretlik Olay

Gençler,

İbretlik bir olay anlatacağım. İnterrail göçü dönemi olduğundan, başınıza benzer bir olay gelebilir, dikkat edesiniz diye. 2011 yılının Ağustos ayında İnterrail yapıyorduk. Turumuzun sonlarına doğru Roma’dan Floransa’ya geçmek üzere trene bindik. O zamanlar her seferinde trene binmeden önce İnterrail biletinin üzerine tükenmez kalemle günün tarihini yazmak gerekiyordu (tabii aynı gün içinde birden fazla defa tren değiştiriyorsanız, sadece bir defa yazıyorsunuz). Aksi takdirde cezası vardı. Şimdi öyle mi bilmiyorum. Bizim de başta kalemimiz yoktu, trene bindiğimizde kondüktörden kalem rica ediyorduk ve öyle yazıyorduk (Prag, Berlin, Paris vs. sorunsuz geçti). Gerçi Barselona’dayken kalem de aldık ama biletin üzerine tarih yazma olayını trene bindiğimizde yapmaya devam ettik. Neyse işte Roma’dan Floransa’ya geçiyoruz. Trende oturuyoruz. Juventus’un ortasahasında oynayabilecek izbandutlukta genç bir kondüktör geldi. Biletlerimizi istedi, tam bileti kalemi çıkardım, bir kaleci edasıyla atılıp bileti elimden aldı, gözleri parlıyordu. “Tarihi, trene binmeden önce yazmanız gerekirdi”, dedi. Arkadaşımın biletini de aldı. “50’şer Euro ceza ödeyeceksiniz” dedi. Şok olduk tabii. “Ne olacak, yazalım şimdi” falan dedik. “Olmaz ceza ödeyeceksiniz”, dedi. “Hemen verirseniz, toplamda 50 Euro vermeniz yeter” dedi. Veremeyiz dedik. O zaman sonraki durakta trenden inersiniz dedi, biz de tamam dedik. Bu arada trenden inmemiz demek, bir sonraki treni en az 3-4 saat beklememiz ve aktarma yapacağımız diğer treni kaçırmamız anlamına geliyordu. O sırada arkadaşın aklına bir fikir geldi. “Trenden inelim, istasyonda tarihi, hızlıca yazıp aynı trene yine atlayalım” dedi. En azından şansımızı deneyelim diye bekledik. Biletler kondüktörde duruyordu. Bu arada bizi 50 Euro vermeye teşvik etmeye çalışıyordu tabii. Neyse istasyona geldiğimiz anda, biletleri adamdan aldık, tren kapısının hemen önünde adamın da göreceği şekilde tarihi yazdık, “şimdi binebilir miyiz” dedik. “Binemezsiniz” dedi. “Ama kurala uygun hareket ediyoruz işte” falan deyip adamı iterek içeri geçmeye çalıştık, izin vermedi. Sonra sırtımızda çantalarla arka vagonlara koştuk, bir kapıdan içeri atlayıp girdik. Sonra gergin bir şekilde adamın gelmesini bekledik. Gelmedi. Yolculuğumuza sorunsuz devam ettik. Başınıza böyle bir olay gelirse, bu taktiği uygulayabilirsiniz ya da eğer hala aynı sistem varsa, trene binmeden önce tarihi atın ya da silinebilir tükenmez kalem kullanın :D Alacağınız ibret bakış açınıza bağlı :D