Uzun süredir yazamıyorum. Geride kalan zamanda güzel bir
İspanya’ya turu yaptım, yedi (Barselona, Madrid, Granada, Malaga, Cordoba,
Sevilla, Valencia) şehir gezdim. 2011 İnterrail turu yazılarımı tamamladığımda,
ki tamamlamama birkaç şehir (Venedik, Treviso, Viyana ve Prag) kaldı, onları da
bir bir ekleyeceğim. Şimdi bir güzeller güzeli Floransa ile devam edeyim… [ Dan
Brown’ın son kitabı Cehennem’in kapağında Floransa’nın resmini gördüm. İlginç
bir Floransa macerası bizi bekliyor herhalde]
***
İtalya’da Rönesans’ın Floransa’da başladığı söylenir çünkü
Rönesans’ın en büyük sanatçılarından Leonardo da Vinci ve Michelangelo bu güzel
şehirde yetişmiş ve belki tuvale ilk dokunuşlarını burada deneyimlemişlerdir.
Büyük yazar Dante de bu şehrin havasından suyundan tadıp yazmıştır en büyük
eserlerini. Boticelli, Machaivelli ve daha birçok sanatçı ve yazar buranın
havasını solumuştur. Bu kadar çok sanatçının bu topraklarda yetişmesinin bir
tesadüf olduğunu düşünüyorsunuz belki. Floransa’yı görene kadar ben de öyle
düşünüyordum. Lakin Floransa, sanatın kendisi olarak doğmuş bir şehirmiş meğer.
Bir yanda doğanın sanatkar elleri, diğer yanda estetik insan elinin ortak
emekleriyle yaratılmış Floransa. Güzele bu kadar maruz kalıp sanatçı olmamak
mümkün mü? Şehirde gezerken yahut yüksek bir tepeye dikilmiş Musa heykelinin
önünden şehre bakarken elinizi yüzünüzü düzeltme ihtiyacı duyuyorsunuz,
konuşurken seçtiğiniz kelimelere dikkat ediyorsunuz, bir şiir peyda oluyor
dilinize ya da bir şarkı...
Floransa’yı çevreleyen tepelerin birinde, turistik bir çadır
kampında kaldık. Sıradan bir hostel yerine, böyle bir yerde kalıp değişik bir
şey yapalım diye düşünmüştük. Komiktir, Floransa’ya giderken şehrin nasıl bir
şehir olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yoktu, basit bir şehir sanıyorduk, bari
şehri gezmekten sıkılırsan, ormanda dolaşır, temiz hava alırız diye çadır
kampını tercih etmiştik. Şimdi bu fikir çok komik geliyor J
Eşyaları çadırda bırakıp tepeden aşağı, şehre doğru yola
çıktık [Çadırlar bildiğimiz çadır gibi değil, prefabrik binalar gibi, küçük
evcikler, içlerinde yatak var ve kapıları kilitlenebiliyor]. Sabahın o saatinde
dahi, Arno Nehri’nin iki yakasına dantel gibi işlenmiş Floransa şehri
harikulade görünüyordu. Ormanlık alandan inip eski ve güzel evlerin arasına,
temiz ve düzenli sokaklara daldık, biraz yürüdükten sonra Ponte Vecchio’ya [Eski
Köprü] geldik. Ponte Vecchio, çok tuhaf bir köprü. Üzerine gecekonduvari
kulübeler inşa edilmiş, kulübelerin renkleri turuncudan başlayıp sarının her
tonunu dolaşıyor. Kulübe dediğime bakmayın, hepsi mücevher dükkanı olmuş şimdi.
Bu köprü 2. Dünya Savaşı’ndan sağlam çıkan tek köprüymüş. Bu köprüye
günbatımında döneceğiz ve en güzel günbatımlarından birine tanık olacağız.
Ponte Vecchio |
Şimdi yolumuza devam edelim. O koca kubelli binayı bulalım. Köprüyü geçince,
sağa döndük, nehir boyunca devam eden kemerli sokak boyunca yürüdük. Uffizi
Galerisi’nin gölgesi altında yürüyorduk. Uffizi Galerisi de dünyanın en
Rönesans koleksiyonlarından birine sahip. Hemen yanında da Galileo Müzesi var.
İkisini de gezmek istedik, fakat bu ziyaretleri, mücbir sebeplerden ötürü, bir
başka Floransa seyahatine bırakmaya karar verdik. Sola dönüp küçük bir sokağa
girdik. Her yanımız buram buram Rönesans kokuyordu [Abartıyorumdur belki]. Kokunun
geldiği yer Piazza della Signoria [Türkçeye Hz. Meryem Meydanı diye
çevirebiliriz sanırım] imiş. Bu meydanda Neptün Çeşmesi’ni, Herkül heykelini ve
meydanı süsleyen diğer heykelli gördük. Heykeller şehrin sanatsal karakteriyle
çelişir gibiydiler. Kafa kesme, savaş ve öldürme temalarıyla yapılmışlar.
Savaşı da estetize etmeye mi çalışmışlar diye düşündürtüyor.
Zihnimizde canlı imgelerle yolumuza devam ettik. Yine dar sokaklara girip yeni bir meydana
ulaştık. Bu sefer karşımızda, bütün heybetiyle, Santa Maria del Fiore Katedrali,
nam-ı diğer Duomo [kubbe] duruyordu. Bir sanat tarihçisi olsam katedral
üzerindeki görkemli süslemeleri uzun uzun anlatırdım ama cahil bir izlenimci
olarak sadece çok etkileyici olduklarını söyleyebiliyorum. Özellikle kubbe çok
güzel. Dünya’nın en büyük katedral kubbelerinden biriymiş. Bu yorumu neden
yapıyorum bilmiyorum ama çok dostane bir havası var. O boğuk gotik kubbelere
hiç benzemiyor. Herhalde Rönesans yapısı olmak böyle bir şey.
Duomo’nun yanından ayrılıp gün batımına kadar Floransa
sokaklarında dolaştık, büyük ihtimalle tarihsel anlamları çok önemli olan
yapılar gördük, tuhaf İtalyan yemekleri yedik, gezdik dolaştık. Gün batımına
yakın tepemize dönüp güzel manzarlı bir yerde oturup şarap içmeye karar verdik.
Güneş hafiften tepelerin koynuna girmeye başlamıştı. Gökyüzünde kırmızının ve
mavinin tonları menevişlenmeye başlamıştı. Son sokağı geçip Ponte Vecchio’ya
geldiğimizde, güzel bir klasik gitar sesi duyduk. Ses köprünün ortasından
geliyordu. iki gitarist, Arno Nehri’nin mendereslerinin, tepelerin ve güneşin
birleştiği yerde yitmekte olan güne bakıp güzel bir şarkı çalıyorlardı.
Öylesine güzel bir ses ve görüntü cümbüşüydü ki kelimelerin ve fotoğraf
makilerinin kifayetsiz kalacağını düşünüyorum.
Zira çektiğimiz fotoğraflara
baktım. O gün gördüklerimizin yüzde birini bile yakalayamadığımızı fark ettim.
Hatırlama yetimin yardımı bile yetersiz. Gidip yine görmek lazım! Karanlık
çökünceye kadar orada durduk ve Güneşle Dünyamızın ışık dansını seyrettik.
Rönesansın büyük ressamları, fırçalarını bu ışığı sürüp resim çiziyor
olmalıydılar!
Güzel bir manzara da bizi tepemizde bekliyordu. Musa
amcamızın heykeline kadeh kaldırıp geceliğini giyinmiş Floransa’ya çapkın
çapkın baktık; bu şehir insanı güzelliği ile sarhoş ediyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder