Granada
Kırmızısı
“Zeytinistan’a hoşgeldiniz!” deseydi biri inanabilirdim. Yolun
sağında ve solunda ucu bucağı görünmeyen zeytin ağaçları, tepelere dantel gibi
işlenmişlerdi. İçlerinde Endülüs’ü gizliyorlardı.
Yolculuğumuz Madrid’te başladı. Madrid’ten ayrıldıktan sonra,
Arapların Tuleytula dediği, bugünkü
adı Toledo olan güzel şehrin yakınından geçtik. Toledo, İspanya’daki Endülüs
hakimiyetinin en uç noktasıydı. Bugün Endülüs Özerk Bölgesi’nin bir parçası
olmasa da, bir zamanlar Endülüs medeniyetinin düşünce merkezlerinden biriydi.
Bu şehirde kurulan Toledo Çevirmenler Okulu’nda, Arap filozoflarının ve bilim insanlarının
ve hatta Yunan-Latin filozoflarının ve alimlerinin birçok metni Arapça
üzerinden Latinceye ve diğer Avrupa dillerine çevrilmiş, Avrupa’daki
aydınlanmanın kıvılcımları bu çeviriler sayesinde ateşlenmiştir. Maalesef,
vaktimiz kısıtlı olduğundan, Toledo’ya girip şehri gezemedik, yolumuza,
Endülüs’ün kalbine doğru devam ettik. La Mancha özerk bölgesi içinde
ilerliyorduk. Küçük tepelerin üzerindeki, yel değirmenlerini görüp La Manchalı
Don Quijote’yi hatırladık. Yaveri Sancho Panza ile bu tepelerde dolaşıp kimbilir
ne anlamlar yüklemiştir gördüklerine? Biz ne anlamlar yüklüyorduk acaba?
Derken beş dakika sonra bir tepenin başında
gördük, Don Quijote’yi ve yaveri Sancho Panza’yı! Dünyayı fethetmeye hazır
vaziyette, bizleri selamladılar. Gülümsedim. Nasıl olur? diye sorduğunuz duyar
gibiyim. Korkmayın, rüya görmüyordum ya da hülyalara kaptırmamıştım kendimi.
Bir tepenin başında heykelleri duruyordu. Durgun ama harekete hazır.
Roman tarihimizin cesur kahramanı Don Quijote’nin
yanından geçip başka masallara doğru yol aldık. Sanki bir mekanın içinde değil,
zamanın içinde ve geçmişe doğru yolculuk ediyorduk. Bolu Geçidi’ne benzer bir
geçitten sisler arasında geçtik. Arabayı kullanan arkadaşımız Elena, iki yanı
uçurumlarla çevrili Dispeñaperros adlı bu geçidin korkunç hikayesini bize
anlattı. Rivayete göre, 1492 yılında, İspanyollar Granada’yı fethettikten
sonra, Müslümanları bu uçurumdan aşağı atmışlar. Dispeñaperros kelimesinin anlamı da “Köpeklerin Atıldığı Yer” imiş.
Kanlı fetihten kalma, üzücü bir etiket.
Zihnimizde bu hüzünlü anıyla, dağı aştık ve resmi olarak Endülüs’e giriş
yaptık. Yol boyunca üstümüzü battaniye gibi saran bulutlar, Endülüs’e geçiş
vizesi alamamışlar gibi, peşimizi bıraktılar ve güneş bütün parlaklığı ile bize
rehberlik etmeye başladı. Yazının başında bahsettiğim zeytinliklere de giriş
yaptık. İnsan hayatında bu kadar çok zeytin ağacını ancak bu yoldan geçerken
görebilir. Bütün düzlükler, tepeler, dağlar göğe kadar zeytindi. “Zeytinistan”
demek abartılı olmaz herhalde. “Şahlan
gümüş gibi parıldayan zeytin ağacı/ dediler, bacakları altında rüzgarın./ Ve
yükseldi göğe ağacın /çimentodan güçlü elleri.” dizeleri geçiyordu
aklımdan, az sonra memleketinden geçeceğimiz ünlü şairin. İlginç bir etimolojik bilgi daha vereyim.
Bugünün Endülüslüleri için bu kadar önemli olan zeytinin İspanyolcası aceituna, /aseytuna/ şekilde okunuyor ve
Türkçede de kullandığımız gibi, Arapça zeytun
kelimesinden geliyor. İşte kültürlerin dilde buluşmasına bir örnek. Dil her
zaman tarihi yüreğinde barındırıyor. Granada’da, nam-ı diğer Gırnata’da bu tür
dil sürprizleri bizi bekliyor olacak.
Yaklaşık yarım saat boyunca yolun iki yanında zeytin
ağaçlarından başka bir şey görmedik. Sonra ünlü şair Miguel Hernandez’in
zeytincileriyle ünlü şehri Jaen’e ulaştık. Az önce bahsettiğim şair Miguel
Hernandez idi. Zeytine ve zeytin işçilerine dair şiirlerini burada yazmış.
Jaen’de kısa bir mola verip Granada’ya doğru devam ettik. Kısa bir süre sonra
bir ova üzerine kurulu Granada’ya ulaştık.
ElHamra'ya çıkan yokuştan Granada ve Bir Ortadoğlu: Hurma |
İtiraf edeyim, ilk izlenimim bir hayal kırıklığıydı.
Küçük bir şehir görmeyi beklerken, kocaman bir şehre giriş yapmıştık. Üstelik
şehre Türkiye’deki gibi sanayi bölgelerinin yoğun olduğu yoldan girildiğinden
başta ürktüm. Ben nereye geldim diye düşündüm. El Hamra Sarayı böyle bir yerde
olamazdı. Gözlerim korkuyla El Hamra’yı aradı. Neyse ki ufukta tek
görebildiğim, Sierra Nevada dağlarıydı. Yoksa yanlış şehre mi gelmiştik? Hayır,
doğru yerdeydik. İçinde bulunduğumuz arabanın bizi zamanda yolculuğa
çıkarmasına alışmıştık. Şimdi şehrin endüstrileşmiş kısmından yavaş yavaş eski
kısmına doğru hareket ediyorduk. Belli oluyordu. Çirkin, sade, modern binalar
yavaş yavaş yerlerini eski binalara bırakıyordu, son çirkin bina bittiğinde
kendimizi eski Granada’nın içinde bulduk. Arkadaşımız Elena bizi kalacağımız,
otele bırakıp ayrıldı. Biz de eşyalarımızı otele koyup haritamızı elimize aldık
ve El Hamra’ya doğru yola koyulduk. Haritaya göre, El Hamra’nın üzerine kurulu
olduğu tepenin eteğindeydik, lakin sarayı hala göremiyorduk. Hala içten içe
kuşkuluydum.
Sağa sola kıvrılan dik bir yokuş boyunca tırmanışa geçtik
ve gördüklerimiz bizi heyecanlandırmaya başladı bile. Her yanımızda carmenler… Arap mimarisinin en güzel
örneklerinden olan bu evlerin hepsi bembeyaz, içe bakan avluları var. Carmen kelimesi Arapçada “asmalı bahçe”
anlamına geliyormuş. Eskiden Müslümanların ileri gelenleri, bu güzel bahçelerde
oturur, beyitler okurlarmış. Şimdi o asmalardan eser kalmamış ama değişik
değişik çiçekler ve ağaçlar bu bahçeleri süslüyor. Özellikle de yakından
tanıdığımız bir dostumuz olan bir ağaç, bize hemen gülümsedi: hurma ağacı!
Neredeyse her bahçede bir hurma ağacı var. Bir zamanlar buraya hakim olmuş,
Müslüman kültürünün sembolü ve hatırlatıcısı olarak, şehri özlemle
seyrediyorlar.
Carmenlere hayran kala kala, tepeyi tırmandık, bu arada güneş
tamamen battı, göğü bir kızıllık kapladı, sonra da akşam oldu. Bu kızıllığa
birazdan döneceğiz, lakin dolunay da yolcuğumuza eşlik etmek için en güzel
giysilerini kuşanmış gibi bize gülümsedi. Gökte parıl parıl parıldıyordu. Ay
ışığı eşliğinde, tepeye ulaştık, bu arada Granada manzarası ayaklarımızın
altındaydı.
İnanmayacaksınız ama tepeye çıktık ve hala El Hamra’yı
göremiyorduk. Şaşkın şaşkın El Hamra yazısını takip ettik, bin bir türlü kuşun
cıvıltısı eşliğinde, bir orman yolunda yürümeye başladık. Sonunda sarayın
surlarını gördük, yavaş yavaş sarayın silüeti de görünmeye başladı. Adı gibi kırmızıydı. Hamra, Arapçada “kırmızı” anlamına geliyor. İlginç bir şekilde
sarayın temellerini attıran Gırnata Emiri Muhammed ibin Ahmar’ın soyadı da aynı
kelime ve “kırmızı” anlamına geliyor. Sarayın kırmızı olma nedeni ise Akdeniz
bölgesine özgü “terra rosa” yani “kırmızı toprak” ile yapılmış olması. Üstelik
Granada’yı ve El Hamra’yı bilenler derler ki akşam gün batarken gök kızıla
çaldığında, bu saray bir başka güzel olurmuş. Yarın bir başka tepeden, El
Hamra’yı en güzel gören yerden bu manzarayı yakalamaya çalışacağız biraz şanslı
olursak ve belki Yahya Kemal’in dizeleri taçlandıracak gezimizi.
Generalife |
Saraya girdik. Önce ünlü bahçesi Cennet-ül Arif’i, şimdiki adıyla Generalife’yi dolaştık. Hayatımda
bu kadar güzel tasarlanmış bir bahçe görmedim. Doğanın yeşili ve suyun saflığı
burada ayrı bir güzellik formuna ulaşmış.
Portakal ağaçlarının bu kadar güzel olabileceğini ilk defa orada fark
ettim ve o rayiha… Portakal çiçeklerinin ve diğer çiçeklerin kokusu bize bir
duyu cümbüşü yaşatıyordu. Bir yandan da Endülüs bülbüllerinin geceyi yırtıp
kulaklarımıza ulaşan o sakin ve hüzünlü türkülerini dinliyorduk. Etrafımızda da
neredeyse hiç kimse yoktu.
Generalife ve Nasrid Sarayı |
Bahçedeki bir banka oturup bütün benliğimizle bahçenin
güzelliğini içimize çektik. İçeride de Müslüman mimarisinin en estetik eserleri
bizi bekliyordu. Bahçeden çıkıp sarayı dolaşmaya başladık. Sütunlardaki,
kemerlerdeki ve pencere kenarlarındaki mimari işlemelerin ayrıntı zenginliği ve
süsleme çeşitliliği Arap mimarisinin ulaştığı en uç noktayı gözlerimizin önüne
seriyordu.
Artık 2013 yılında değildik, 700 yıl geriye gitmiştik,
her an Nasirilerin soyundan biri karşımıza çıkacak ve bizi sofrasına bir beyit
okumaya davet edecekmiş gibi hissediyordum. Gırnata’nın eski günlerini görürüm
belki diye işlemeli pencereden dışarı baktım. Uzaklarda eski bir mahalle, yaşlı
ve yorgun ışığıyla El Hamra’yı seyrediyordu, sorsak belki, El Hamra’yı bize en
iyi anlatacak odur. Yarın oraya gidecektik, Albayzin’e, atmaca avcıları
diyarına…
***
Yine türlü türlü daracık yokuşlardan çıkıp carmenleri seyrede seyrede bir tepeye
ulaştık. San Nicolas Meydanına varıp El Hamra’yı en güzel yerden görecektik
fakat son sokaktan sapıp daracık sokaklardan başka bir meydana çıktık.
Arkadaşımız Elena ile buluştuk, güzel bir meydanda Endülüs tapas’larından tadacaktık. Burada, zeytinden, değişik sebzelerden
ve deniz ürünlerinden türlü türlü yemekler yapıyorlar. Yemekler küçük küçük
porsiyonlar halinde geliyor, böylece hepsinden tatma şansınız oluyor. Burada
Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi kültürleri harmanlandığından, ortaya çok ilginç
yemekler çıkmış. Hepsi de birbirinden lezzetli!
AlBaysin'den Alhamra ve Granada |
Yemek yedikten sonra çok ilginç başka bir tepeye çıktık.
Bu tepeye Sacramonte deniyor, yani “kutsal dağ”. Rivayete göre, Hıristiyan
azizlerinden biri burada gömülmüş. Kemikleri bulup Vatikan’a gönderilmiş. Tepeyi
ilginç kılan özelliği, bu tepedeki mağaralarda insanların yaşıyor olması! Evet,
yanlış duymanız, Avrupa’nın göbeğinde mağarada yaşayan insanlar var! İspanya’ya
Afrika’nın kuzeyinden gelen ve şehir merkezinde kendine yaşam alanı bulamayan
göçmenler bu mağaralarda yaşıyorlar. Üstelik şehrin en güzel manzaralarına
sahipler. Turistler korktukları için bu bölgeye gelmiyorlar. Halbuki Granada’ya
en büyük geliş nedenleri böyle güzel bir manzara görüp karşısında fotoğraf
çekilebilmek. Garip bir yirmi birinci yüzyıl çelişkisi. Bizim yaşlarda
Senegalli bir göçmen bize sıcak bir selam verdi. Evinin (mağarasının) önünde
duruyordu. Nereli olduğumuzu sordu. Türkiyeli olduğumuzu söyledik. Gülümsedi.
“Ben de Senegalliyim. 2002 Dünya Kupası’nda size karşı oynamıştık,” dedi.
“Evet, 1-0 yenmiştik sizi.” dedim. “İlhan Mansız devirdi bizi.” dedi gülerek.
Bu kadar ayrıntıyı hatırlamasın şaşırdım. Güldük. Bizi kahve içmeye davet etti.
Teşekkür edip vedalaştık. Yolumuza devam ettik. Tepe yemyeşildi, sarı sarı
çiçekler de yeşillerin arasından gülümsüyor gibiydiler. En tepeden Granada’yı,
El Hamra’yı, Albayzin’i seyrettik. Bir zamanlar Atmaca yetiştiricileri
atmacalarını bu tepelerde eğitip uçururlarmış. Albayzin de Arapçada “atmaca
avcısı” anlamına geliyormuş. Şehri uzun uzun seyredip içimize çektik. Orada
oturup biraz dinlendik. Sonraki durağımız El Hamra’nın üzerine kurulu olduğu
tepe ile Albayzin’in üzerine kurulu olduğu tepe arasında, aşağıda, yaşayan gitanoların mahallesine uğramaktı.
İspanyollar, çingenelere, gitano diyorlar.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi, burada da kendilerine özgü bir yaşam
sürüyorlar. Endülüs zamanındaki özgür ortamdan faydalanıp baskıdan kaçarak
buraya yerleşmişler. Yine dar ve eğimli Arapça isimli sokaklardan geçip oraya
ulaştık. En güzel El Hamra manzaralarından biri de bu mahalleden görünüyordu.
Çok kimseyi göremedik ama bir yerlerden müzik sesi geliyordu bizi gülümseten.
Doğru yerdeydik ama gitanolara özgü
şeyler görebilecek kadar şanslı değildik. Akşama kadar Albayzin’in güzel sokaklarında
dolaşıp mahallenin mimarisini keşfettik. Ara ara kafelerde oturup kahve içip
dinlendik. Gırnata’nın bir zamanlar kurulu olduğu eski şehri son demine kadar
deneyimledik. Gün batımına yakın San Nicholas Meydanı’na çıktık. Hani o enfes
manzarayı seyredeceğimiz yer… Seyir terasında güzel bir yer kaptık. Anlaşılan
buranın sırrını bizden başkaları da biliyordu. Oturup insan elinin
üretebileceği en güzel eserlerden birini, El Hamra’yı, seyre daldık. Artık
sadece doğanın El Hamra üzerinde şovunu yapmasını bekliyorduk. Güneş batarken
etrafı bir kızıllık kapladı ve bu kızıllık El Hamra’nın kızıllığı ile birleşti.
Bin Bir Gece Masalları’nın hepsi sanki şişeden çıkmışlardı. Arap kültürünün bu
harika eseri, bugüne kadar üretilmiş bütün emeği gizliyor ve bu gizeme, doğanın
büyüsü eşlik ediyordu. Bir raks
başlamıştı, insan emeğinin doğayla, ışığın karanlıkla, göğün yerle, iyinin
kötüyle raksı… Bu sırada Yahya Kemal’in dizeleri parça tezahür ediyordu: “Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı...” (…) “Her
rengi istemez gözümüz şimdi aldadır” (…) “Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi; Bir baş çevirmesiyle bakar
öldürür gibi...”
Mirador'dan ElHamra |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder