Gökçeada’dan dün
döndük. Hazır anıları taze taze aklımdayken çok sevdiğim Gökçeada’yı, sizlere
tanıtayım, anlatayım isterim. Elimden geldiğince romantikleştirmeden anlatmaya
çalışacağım ama bakalım, çok sevdiğim için araya romantikleştirmeler de
girebilir J
Bu gidiş Gökçeada’ya
3. gidişim oldu. Sevgili dostum Soner orada olduğu müddetçe de gitmeye devam
ederim sanırım J Soner’in
sayesinde adayı epey iyi tanıma fırsatım oldu. Bu yazıda ağırlıklı olarak son
deneyimlerimi yazacak olsam da önceki gezilerimdeki deneyimlerimden,
fotoğraflarımdan da faydalanacağım. Neyse hadi başlayalım…
Gökçeada bir
cittaslow! Citta ne? Cittaslow, yani sakin/yavaş şehir. Sanırım adayı en güzel
tanımlayan, en güzel sıfat “yavaş”. Belki adayı bu kadar sevmemin nedeni de
budur. (Bu vesileyle size cittaslow’u da anlatayım, kendi sitesinden alıntıyla:
“Cittaslow felsefesi yaşamın, yaşamaktan zevk alınacak bir hızda yaşanmasını
savunmaktadır. Cittaslow hareketi, insanların birbirleriyle iletişim
kurabilecekleri, sosyalleşebilecekleri, kendine yeten, sürdürülebilir, el
sanatlarına, doğasına, gelenek ve göreneklerine sahip çıkan ama aynı zamanda
alt yapı sorunları olmayan, yenilenebilir enerji kaynakları kullanan,
teknolojinin kolaylıklarından yararlanan kentlerin gerçekçi bir alternatif
olacağı hedefiyle yola çıkmıştır.”) Gökçeada’nın küçücük bir merkezi ve bu
merkezin uzağında bulunan irili ufaklı Türk ve Rum köyleri bulunuyor. Gözlemlediğim
kadarıyla, adanın ortasına yakın bir yerde bulunan merkezde, devlet daireleri,
bankalar vs. dışında pek bir şey yok. Sıkıcı bir merkez. Ama adanın
çeperlerindeki, farklı arkaplandaki insanların kaynaştığı nokta olması
itibarıyla ilginç bir yer (bol vakit geçirip ilginç gözlemler yapılabilir belki).
Adada yerleşimler, adanın Türkiye’ye bakan kısmının sağında ve solunda bulunan
köylerde yoğunlaşıyor. Yunanistan’a bakan kısmında da birkaç köy var.
Gökçeada, “Göç’çeada”
Adanın sosyolojik
açıdan ilginç yanlarını anlatmakla başlayayım. Ada Yunanistan’a en yakın kara
parçası olduğundan ve Türkiye’nin tarihsel olarak adalarla ilgili problemleri
olduğundan olacak, Gökçeada’ya iskan politikaları vasıtasıyla Türkiye’nin
farklı yerlerinden insanlar yerleştirilmiş. Adada toplamda 9 tane köy var ve
Rumlar haricindeki neredeyse bütün Türkiyeli nüfus Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden
iskan yoluyla adaya yerleştirilmiş. 1930’lara kadar adanın nüfusu neredeyse
tamamen Rumlardan oluşuyormuş; fakat Lozan Anlaşması’ndaki azınlık sorunları
(mübadele vs.), varlık vergisi zamanları (1940’lar), Kıbrıs Harekatı (1970’ler)
ve diğer sosyo-ekonomik faktörler adalı Rumları göçe zorlamış; şartlar
olgunlaşınca bu Rumlardan geri dönenler ile bu süreç boyunca adada kalabilenler
köyler halinde yaşamlarını sürdürebilmiş. Bu süreç sırasında deprem, sel gibi
doğal felaketlerden yüzünden ya da devletin baraj veya santral gibi yerler
yapmak için topraklarını istimlak etmesi yüzünden yerlerinden olan Türkiyeli
köylüler adaya yerleştirilmiş. ÇOMÜ’den Selver Özözen Kahraman’ın Gökçeada’daki
nüfus ve göç üzerine yaptığı çalışma durumu çok güzel özetliyor: “Günümüzde
Gökçeada Rumların yanında, Anadolu'nun çeşitli yörelerinden gelenleri (Muğla-Milas-Yatağan,
Burdur-Bucak, Samsun, Siirt, Van, Iğdır, Çankırı, Diyarbakır, Trabzon, Ünye, Bingöl,
İstanbul, Isparta, Çanakkale-Biga-Çan, Artvin, Bingöl, Erzurum)
barındırmaktadır. Bu süreçte Trabzon (1973-1974), Isparta, Burdur ve Muğla
(1984)’nın köylerinden ve Biga’dan (2000) adaya yerleştirilenler için iskan
köyleri kuruldu. Genelde arazisi elverişsiz alanların yanında, baraj ve termik santral
yapımı için arazisi istimlak edilen köylerin halkı Gökçeada’ya
yerleştirilmiştir. Farklı sosyal yaşantılara sahip bu grupların zor olan adalı yaşantısına
uyumu kolay olmamıştır. Hatta bazıları hala adalı olamamışlardır.” Evet,
gördüğünüz üzere, 9 adadaki insanların neredeyse hepsinin belleğinde bir göç
hikayesi var. O yüzden Gökçeadalı kimle konuşursanız, bir göç hikayesi dinleme
şansınız var. Bugün Gökçeada köylüleri evlerini yeni bir göç biçimine, turizm
amaçlı göçe açmış bulunmaktalar. Nereyse bütün evler yazın pansiyona
dönüştürülüyor ve her yerden insanı ağırlıyorlar.
Eşelek Köyü, Kefalos, Sardunya, Sema, Soner
Biz de bu son gidişimizde Eşelek Köyü’nde, yaşlı bir teyzeden kiraladığımız bir pansiyonda (iki
katlı, bahçeli hoş bir ev) kaldık. Ev sahibi Ayşe Teyze’den öğrendiğimiz
kadarıyla bir zamanlar Çanakkale, Biga’da bir köy olan Eşelek Köyü, baraj
yapımı yüzünden Gökçeada’ya “taşınmış”. Aynı adla adada (ironik şekilde, adanın
Çanakkale’yi gören yanında) bir köy
kurulmuş. Neyse, her gün kapımıza bahçeden kopardığı salatalık, biber, elma ve
inciri bırakan ve Egeli şivesiyle Esra’nın anladığı, benim anlamakta güçlük
çektiğim Ayşe Teyze’nin evinde sakin, güzel bir hafta geçirdik. Ev köyün en dış
köşesinde, köy de tek başına bir tepe eteğinde olduğundan gündüz denizi (biraz
uzaktan), gece de yıldızların parlaklığını ağustos böceği sesleri eşliğinde
izleyebilmenin keyfini çıkardık. Hatta daha karanlık köşelere yürüyüp Samanyolu’nun
“süt dökülmüş” gibi duran çizgisindeki onlarca yıldızı hayretle seyrettik.
Sanırım Gökçeada gökyüzü gözlemciliği için en iyi adreslerden biri. Neyse
Eşelek Köyü’ndeki evimiz, Soner’in çalıştığı Sardunya Oteli’nin de içinde yer
aldığı Aydıncık (Kefalos) plajına 2 km uzaklıktaydı. Minibüs seferleri çok
nadir olduğundan ya yürüyorduk ya da otostop çekiyorduk. Bu iki kilometrelik
yol boyunca neredeyse hiç ev yok, sağınızda solunuzda tarlalar, boş araziler ve
adanın bana komik gelen unsurları: özgür koyunlar! var. Evet, Gökçeada’da beni
en güldüren şey neredeyse adanın her yanında serbest gezen koyunların olması. Her
köşeden koyunlar fırlıyor, gece evin balkonunda oturuyoruz, ağustos
böceklerinin seslerine koyun melemeleri karışıyor J Koyunların sahipleri var elbet ama öyle
serbest dolaşmalarına izin veriliyormuş, buna da “serbest hayvancılık”
deniyormuş. Yeni öğrendim. Sonradan hangi koyun, kime ait nasıl karar veriyorlar,
çok merak ettim doğrusu. Neyse koyunlu yollar bitip de içinde flamingoların ve
martıların yüzdüğü Tuz Gölü’nü de geçtiğinizde Kefalos (Aydıncık) plajına
ulaşıyorsunuz. Bu uzun plajda yalnızca
birkaç tane tesis var (maalesef, şimdilik). İnsanlar genelde çadırlarda ya da
karavanlarda konaklıyor. Sanırım Türkiye’de en fazla karavanı burada gördüm.
Sardunya Dışarıdan |
İşte bu plajın neredeyse hemen girişinde (yola göre), şirin mi şirin deniz
mavisi renkte bungalovları ve insanı dinlendiren yeşil bir bahçesiyle Sema
Hanım’a ait Sardunya (Beach Club; otel, pansiyon veya tesis… Sema Hanım da tam
karar veremiyor) uzanıyor. Sema Hanım, Sardunya ile çok güzel bir vaha yaratmış
orada. Çevresine göre daha estetik bir yapıya sahip bu mekan, tüketici turizm
kültürüne alternatif; zevk sahibi insanların gittiği güzel bir mekan.
Sardunya - Bahçe |
Kum plajı
da sanırım gittiğim plajlar arasında en güzel plaj. Hem temiz, hem taşsız, hem
dalgasız, hem ılık. Her gün 6-7 gibi Eşelek’ten buraya gelip denizde yüzdük, sonra
da akşamımızı Sardunya’da Soner ile, Sema Hanım ile ve burada çalışan diğer
arkadaşlarla sohbet ederek bulmaca çözerek, bir şeyler okuyarak geçirdik.
Hoştu.
Çipuro, Meryem Ana Panayırı, Rumlar, Ortak
Kültürlerimiz
Gökçeada’ya
gidişimiz 3 nedenden dolayı çok şanslı bir zamana denk geldi: 1. Yılın en güzel
dolunayının (gökbiliminde “ekstra süper dolunay” olarak anılan dolunay”) görüneceği
gün oradaydık. 2. Yılın en büyük meteor yağmurunun olacağı gün oradaydık. 3.
14-16 Ağustos tarihleri arasında gerçekleşen Meryem Ana Günü Panayırı’nda
oradaydık. Dolunayı ve meteor yağmurunu anlatmayacağım, “anlatılmaz yaşanır”
deyip geçeyim. Meryem Ana Günü Panayırı ise ilginç gözlemler yapmamı sağladı.
Önce kısa bilgi vereyim gün hakkında, Ortadoks Hıristiyan Rumlar, 15 Ağustos
gününü Meryem Ana’nın cennete yükseldiği gün olarak kutluyorlar. Bu panayırda,
Yunanistan’ın değişik yerlerinde, adalarında ve dünyanın değişik yerlerinde
yaşayan Rumlar, Rum köylerinde toplanıyor (Gökçeada vapurunda bavulunu taşımada
yardım ettiğim amca Avustralya’da gelmişti!) ve yeme-içme-dans etme
eğlenceleriyle bugünü hep birlikte kutluyor. Biz 14 Ağustos’ta, bir Rum Köyü
olan Dereköy’de (eski adı Şinudi)
yapılan eğlenceye katıldık (her gün bir köyde yapılıyormuş). Köydeki bir Rum
amcaya ait olan, badem ağaçları altında, düğün salonunu andıran bir mekanda,
düğün benzeri hoş bir etkinlik oldu. Çok ilginç bir ortamdı. Düşünün, herkes
Yunanca konuşuyordu, içki ve yiyeceklerin satıldığı yerde duran amcalar bile
Yunanca konuşuyor, arada çat pat bize Türkçe karşılık vermeye çalışıyorlardı.
Sahnede ise Türkiye’deki müziklerden pek de farkı olmayan, Yunan ezgileri
çalışıyor, Türkler ve Rumlar hep birlikte dans ediyorlardı, biz de arada
kulağımıza tanıdık gelen ezgiler çaldığında, halaya, çiftetelliye falan
katılmaya çalıştık, bazı arkadaşlara dans etmede yardım etmeye çalışan Rum
amcalar, teyzeler oluyordu. Bazen hızlı ve ritimli danslar gelince de Rum
arkadaşları sahnede yalnız bırakmak zorunda kalıyorduk J Yalnız, Yunanlılarla çok şey
paylaştığımızı biliyordum da bu panayırda gördüklerim kültürlerimizin ne kadar
da çok benzer olduğunu gösterdi. O yemek bizim, şu dans bizim, şu müzik bizim
gibi saçma kavgaları bir yana bırakıp bu kadar çok kültür öğesini paylaşmaktan
dolayı mutlu olmamız gerektiğini düşündüm. Zira bir yandan tanıdık, bir yandan
yabancı olmak bana büyük bir keyif verdi. Horon müziği duyup farklı bir dans (halay)
edildiğini görmek ilginçti mesela. Neyse gelip deneyimlemenizi tavsiye ederim.
14-16 Ağustos. Adanın da en kalabalık olduğu dönem.
Diğer günkü
etkinliklere katılamadık maalesef. Soner’le oturup sakin zaman geçirmek istedik
çünkü başka vaktimiz olmayacaktı. Şimdi sizi zamanda ve mekanda bir yolculuğa
çıkarıp Dereköy taraflarından Eski
Bademli Köyü’ne (Gliki) götüreyim. Bunun için adanın kuzeyine gidelim,
hatta Kaleköy limanından başlayalım. Kaleköy limanı adanın kuzeyinde, tam Yunan
adası Semadirek karşısında yer alıyor. Sağında küçük bir tepe var, bu tepede
eski bir Rum köyü olan, fakat maalesef şimdi Rum nüfusundan arınmış ve
çoğunlukla pansiyona dönüştürülmüş olan Kaleköy
(Kastro) bulunuyor. İsminden de anlaşılacağı üzere, köyün tepesinde kale
kalıntıları var.
Bu kalenin hemen yanında Poseidon isimli bir pansiyona ait hoş
bir restoran var ve burada tepenin tam üstüne yerleştirilmiş, Semadirek’i gören
bir platform var, bu platforma da masalar kondurulmuş. Rakı içmek için harika
bir mekan olduğunu tahmin ediyorum. Gittiğimizde gündüzdü, o yüzden girmedim
ama bir daha o taraflara yolum düşerse, orada bir akşam oturmayı çok isterim. Şimdilik
aşağı doğru inelim, kale kalıntılarının ve Semadirek siluetinin fotoğraflarını
çeke çeke. Nedense hava rüzgarlıyken Semadirek daha yakın görünüyor.
Bu köyde Rum mimarisinin harika örneklerini görmek mümkün. Adadan
kesilmiş taşlardan, coğrafi bölgenin dokusuyla barışık Rum köy evleri gerçekten
görülmeye değer.
Zira Yeni Bademli Köyü’ndeki
“düz” evlerle kıyaslandığında, gerçekten farklılar. Çoğunlukla Isparta’dan göç
etmiş vatandaşlarımız burada yaşıyor, kışın ÇOMÜ öğrencilerine kiralanan evler,
yazın pansiyona dönüştürülüyor, kışın sakin olan köy, yazın gerçek bir tatil köyüne
dönüşüyor.
Gökçeada'ya baharda giderseniz her yer meyve vermiş ayva ağaçlarıyla doludur. |
Zira köyün hemen yakınında Yıldız Koyu bulunuyor, bu koyda bence
Kapadokya’yı aratmayacak güzellikte, rüzgarın ve dalgaların ortak sanatıyla
oluşmuş kaya şekilleri var.
Buradaki plaj, haliyle taşlı ama yazın epey
kalabalık oluyor. Şimdi esas gitmek istediğim yere gidelim, Yeni Bademli
çukurluk bir alanda. Köyü kesen asfalt yolu takip edip merkez tarafına doğru
yürürseniz, bir süre sonra solunuzda dik bir yokuş göreceksiniz, sabredip bu
yokuşu çıkarsanız, yokuşun tepesinde, her yanı badem ağaçlarıyla çevrelenmiş,
eski ve estetik bir Rum köyü göreceksiniz. 3. gidişimde değil de ilk gidişimde
çıktım bu güzel köye. Gittiğimde mevsim kıştı ve köy adeta terk edilmiş bir
hayalet köydü. Sanırım yalnızca bir iki kişiye rastlamıştık, Soner ev
sahiplerinin Yunanistan’da ya da başka yerlerde yaşadığını söylemişti.
Eski Bademli'nin Üst tarafları |
Köyün
üst kesimlerinde Antik Yunan’dan kalmış gibi duran bir çeşme, onun yanında
büyük çınar ağaçları ve terk edilmiş, yıkık dökük evler vardı. Bir de badem
ağaçları… Altlarında bulduğumuz bademleri kırıp yediydik. Bu köyün yazın nasıl
olduğunu bilmiyorum ama kışın terk edilmiş hali içimi hüzünle kapladı,
estetiğini ise çok sevdim. Bu ilginç Rum köyünden sonra başka bir Rum köyü olan
Zeytinli Köyü’ne (Haghioi Theodoroi)
bisikletle gittik. Adından da anlaşılacağı üzere bu köy zeytin ağaçlarıyla
dolu.
Gökçeada Barajı’na yakın olduğundan, tarım da rahat rahat yapılabiliyor.
Zeytin tarlalarının çok iyi düzenlendiğini gördüm. İyi hasat aldıklarını tahmin
ediyorum. Zeytinli de bir o kadar terk edilmişti, kış koşullarında.
Eski bir
kilisesi, hoş Rum evleri ve köy meydanındaki 4 kahvehanesiyle güzel bir bütünlük
oluşturuyordu. Aslında bütün kahvehaneler kapalıydı, bir kahvehanenin vitrinine
bakarken bizi gören Rum teyze içeri buyur etti; sakızlı muhallebi ve dibek
kahvesi ikram etti. Mekan biraz zamanlar Beşiktaş’ın kalecisi olan Rum bir
amcaya aitmiş. Eski fotoğrafları duvara asılıydı. Amcayı da, teyzeyi de, köyü
de sevdik. Uğurlu, Şirinköy ve Tepeköy’ü ise henüz gezme fırsatımız olmadı, onlar da başka
yazılara kalsın, gitmek için bahanemiz olsun J
Rüzgar Sörfü, Uçurtmalı Sörf ve Bulgarlar
Son olarak
Bulgarlardan bahsedeyim. Kaldığımız Eşelek Köyü ve çevresinde hayatımda
görmediğim kadar çok Bulgar gördüm, sanırım köyün yarısındaki evleri Bulgarlar
kiralamış. Ayrıca Aydıncık plajında da karavanlarda, çadırlarda kalanların çoğu
Bulgar. Romanya’dan da gelenler oluyor. Balkanlardan buraya çoğunlukla rüzgar
sörfü (windsurfing) ve uçurtmalı sörf (kitesurfing) için geliyorlarmış. Hatta
Bulgarların kendi sörf okulları bile var. Çok bilgim olmasa da Türkiye’de
rüzgar sörfü yapmak için en uygun yer Gökçeada’ymış.
Çeşit çeşit karavanlar görmek mümkün :) |
Minik ipuçları ve tavsiyeler
1- Gökçeada’ya
Çanakkale üzerinden gidecekseniz, Çanakkale iskeleden önce Eceabat’a feribotla
geçeceksiniz (2 TL, Gökçeadada vapurunda da geçerli), sonra Eceabat iskelesinin
hemen yanından kalkan Kabatepe minibüslerine bineceksiniz (3.5 TL), minibüs
sizi Gökçeada vapurunun kalktığı yere götürecek, vapur genelde 3 saatte bir
7-10-13-16… saatlerinde kalkıyor. Yolculuk bir buçuk saat sürüyor.
2- 14-16 Ağustos’taki
Meryem Ana Panayırı’nı kaçırmayın.
3- Ağustos
genelde kalabalık oluyor ama adanın en kalabalık hali bile, İstanbul’un ramazan
bayramındaki halinden tenha.
4- Aydıncık (Kefalos)
Plajı harika bir plaj hem yüzmek için hem rüzgar sörfü için.
5- Otostop ana
ulaşım yönetimi. Bisikletle adadaki köyleri dolaşmanızı tavsiye ederim.
6- Badem
kurabiyesi, dibek kahvesi, fırında oğlak gibi adanın ünlü tatlarını deneyin.
7- Aydıncık Plajı
taraflarında kalmak isterseniz, Sardunya’da (http://sardunyabeach.com/)
kalabilirsiniz J
8- Sonbaharda
adanın çok güzel olacağını tahmin ediyorum.
9- İnzivaya
çekilip bir şeyler okuyup yazmak/çevirmek için güzel bir yer Gökçeada. (çevirmen
dostlara duyurulur)
10- Gök gözlemi
için de güzel ada. Işık kirliliğinden uzak olduğu için yıldızlar parlak
görünüyor.
Ek kaynak: http://www.gokceadarehberim.com/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder