27 Temmuz 2013 Cumartesi

13. Granada, Endülüs - İspanya

Granada Kırmızısı

“Zeytinistan’a hoşgeldiniz!” deseydi biri inanabilirdim. Yolun sağında ve solunda ucu bucağı görünmeyen zeytin ağaçları, tepelere dantel gibi işlenmişlerdi. İçlerinde Endülüs’ü gizliyorlardı.
Yolculuğumuz Madrid’te başladı. Madrid’ten ayrıldıktan sonra, Arapların Tuleytula dediği, bugünkü adı Toledo olan güzel şehrin yakınından geçtik. Toledo, İspanya’daki Endülüs hakimiyetinin en uç noktasıydı. Bugün Endülüs Özerk Bölgesi’nin bir parçası olmasa da, bir zamanlar Endülüs medeniyetinin düşünce merkezlerinden biriydi. Bu şehirde kurulan Toledo Çevirmenler Okulu’nda, Arap filozoflarının ve bilim insanlarının ve hatta Yunan-Latin filozoflarının ve alimlerinin birçok metni Arapça üzerinden Latinceye ve diğer Avrupa dillerine çevrilmiş, Avrupa’daki aydınlanmanın kıvılcımları bu çeviriler sayesinde ateşlenmiştir. Maalesef, vaktimiz kısıtlı olduğundan, Toledo’ya girip şehri gezemedik, yolumuza, Endülüs’ün kalbine doğru devam ettik. La Mancha özerk bölgesi içinde ilerliyorduk. Küçük tepelerin üzerindeki, yel değirmenlerini görüp La Manchalı Don Quijote’yi hatırladık. Yaveri Sancho Panza ile bu tepelerde dolaşıp kimbilir ne anlamlar yüklemiştir gördüklerine? Biz ne anlamlar yüklüyorduk acaba?
 Derken beş dakika sonra bir tepenin başında gördük, Don Quijote’yi ve yaveri Sancho Panza’yı! Dünyayı fethetmeye hazır vaziyette, bizleri selamladılar. Gülümsedim. Nasıl olur? diye sorduğunuz duyar gibiyim. Korkmayın, rüya görmüyordum ya da hülyalara kaptırmamıştım kendimi. Bir tepenin başında heykelleri duruyordu. Durgun ama harekete hazır.
Roman tarihimizin cesur kahramanı Don Quijote’nin yanından geçip başka masallara doğru yol aldık. Sanki bir mekanın içinde değil, zamanın içinde ve geçmişe doğru yolculuk ediyorduk. Bolu Geçidi’ne benzer bir geçitten sisler arasında geçtik. Arabayı kullanan arkadaşımız Elena, iki yanı uçurumlarla çevrili Dispeñaperros adlı bu geçidin korkunç hikayesini bize anlattı. Rivayete göre, 1492 yılında, İspanyollar Granada’yı fethettikten sonra, Müslümanları bu uçurumdan aşağı atmışlar. Dispeñaperros kelimesinin anlamı da “Köpeklerin Atıldığı Yer” imiş. Kanlı fetihten kalma, üzücü bir etiket.  Zihnimizde bu hüzünlü anıyla, dağı aştık ve resmi olarak Endülüs’e giriş yaptık. Yol boyunca üstümüzü battaniye gibi saran bulutlar, Endülüs’e geçiş vizesi alamamışlar gibi, peşimizi bıraktılar ve güneş bütün parlaklığı ile bize rehberlik etmeye başladı. Yazının başında bahsettiğim zeytinliklere de giriş yaptık. İnsan hayatında bu kadar çok zeytin ağacını ancak bu yoldan geçerken görebilir. Bütün düzlükler, tepeler, dağlar göğe kadar zeytindi. “Zeytinistan” demek abartılı olmaz herhalde. “Şahlan gümüş gibi parıldayan zeytin ağacı/ dediler, bacakları altında rüzgarın./ Ve yükseldi göğe ağacın /çimentodan güçlü elleri.” dizeleri geçiyordu aklımdan, az sonra memleketinden geçeceğimiz ünlü şairin.  İlginç bir etimolojik bilgi daha vereyim. Bugünün Endülüslüleri için bu kadar önemli olan zeytinin İspanyolcası aceituna, /aseytuna/ şekilde okunuyor ve Türkçede de kullandığımız gibi, Arapça zeytun kelimesinden geliyor. İşte kültürlerin dilde buluşmasına bir örnek. Dil her zaman tarihi yüreğinde barındırıyor. Granada’da, nam-ı diğer Gırnata’da bu tür dil sürprizleri bizi bekliyor olacak.
Yaklaşık yarım saat boyunca yolun iki yanında zeytin ağaçlarından başka bir şey görmedik. Sonra ünlü şair Miguel Hernandez’in zeytincileriyle ünlü şehri Jaen’e ulaştık. Az önce bahsettiğim şair Miguel Hernandez idi. Zeytine ve zeytin işçilerine dair şiirlerini burada yazmış. Jaen’de kısa bir mola verip Granada’ya doğru devam ettik. Kısa bir süre sonra bir ova üzerine kurulu Granada’ya ulaştık.
ElHamra'ya çıkan yokuştan Granada ve Bir Ortadoğlu: Hurma
İtiraf edeyim, ilk izlenimim bir hayal kırıklığıydı. Küçük bir şehir görmeyi beklerken, kocaman bir şehre giriş yapmıştık. Üstelik şehre Türkiye’deki gibi sanayi bölgelerinin yoğun olduğu yoldan girildiğinden başta ürktüm. Ben nereye geldim diye düşündüm. El Hamra Sarayı böyle bir yerde olamazdı. Gözlerim korkuyla El Hamra’yı aradı. Neyse ki ufukta tek görebildiğim, Sierra Nevada dağlarıydı. Yoksa yanlış şehre mi gelmiştik? Hayır, doğru yerdeydik. İçinde bulunduğumuz arabanın bizi zamanda yolculuğa çıkarmasına alışmıştık. Şimdi şehrin endüstrileşmiş kısmından yavaş yavaş eski kısmına doğru hareket ediyorduk. Belli oluyordu. Çirkin, sade, modern binalar yavaş yavaş yerlerini eski binalara bırakıyordu, son çirkin bina bittiğinde kendimizi eski Granada’nın içinde bulduk. Arkadaşımız Elena bizi kalacağımız, otele bırakıp ayrıldı. Biz de eşyalarımızı otele koyup haritamızı elimize aldık ve El Hamra’ya doğru yola koyulduk. Haritaya göre, El Hamra’nın üzerine kurulu olduğu tepenin eteğindeydik, lakin sarayı hala göremiyorduk. Hala içten içe kuşkuluydum.
Sağa sola kıvrılan dik bir yokuş boyunca tırmanışa geçtik ve gördüklerimiz bizi heyecanlandırmaya başladı bile. Her yanımızda carmenler… Arap mimarisinin en güzel örneklerinden olan bu evlerin hepsi bembeyaz, içe bakan avluları var. Carmen kelimesi Arapçada “asmalı bahçe” anlamına geliyormuş. Eskiden Müslümanların ileri gelenleri, bu güzel bahçelerde oturur, beyitler okurlarmış. Şimdi o asmalardan eser kalmamış ama değişik değişik çiçekler ve ağaçlar bu bahçeleri süslüyor. Özellikle de yakından tanıdığımız bir dostumuz olan bir ağaç, bize hemen gülümsedi: hurma ağacı! Neredeyse her bahçede bir hurma ağacı var. Bir zamanlar buraya hakim olmuş, Müslüman kültürünün sembolü ve hatırlatıcısı olarak, şehri özlemle seyrediyorlar.
Carmenlere hayran kala kala, tepeyi tırmandık, bu arada güneş tamamen battı, göğü bir kızıllık kapladı, sonra da akşam oldu. Bu kızıllığa birazdan döneceğiz, lakin dolunay da yolcuğumuza eşlik etmek için en güzel giysilerini kuşanmış gibi bize gülümsedi. Gökte parıl parıl parıldıyordu. Ay ışığı eşliğinde, tepeye ulaştık, bu arada Granada manzarası ayaklarımızın altındaydı.
İnanmayacaksınız ama tepeye çıktık ve hala El Hamra’yı göremiyorduk. Şaşkın şaşkın El Hamra yazısını takip ettik, bin bir türlü kuşun cıvıltısı eşliğinde, bir orman yolunda yürümeye başladık. Sonunda sarayın surlarını gördük, yavaş yavaş sarayın silüeti de görünmeye başladı.  Adı gibi kırmızıydı. Hamra, Arapçada “kırmızı” anlamına geliyor. İlginç bir şekilde sarayın temellerini attıran Gırnata Emiri Muhammed ibin Ahmar’ın soyadı da aynı kelime ve “kırmızı” anlamına geliyor. Sarayın kırmızı olma nedeni ise Akdeniz bölgesine özgü “terra rosa” yani “kırmızı toprak” ile yapılmış olması. Üstelik Granada’yı ve El Hamra’yı bilenler derler ki akşam gün batarken gök kızıla çaldığında, bu saray bir başka güzel olurmuş. Yarın bir başka tepeden, El Hamra’yı en güzel gören yerden bu manzarayı yakalamaya çalışacağız biraz şanslı olursak ve belki Yahya Kemal’in dizeleri taçlandıracak gezimizi.
Generalife
                                   

Saraya girdik. Önce ünlü bahçesi Cennet-ül Arif’i, şimdiki adıyla Generalife’yi dolaştık. Hayatımda bu kadar güzel tasarlanmış bir bahçe görmedim. Doğanın yeşili ve suyun saflığı burada ayrı bir güzellik formuna ulaşmış.  Portakal ağaçlarının bu kadar güzel olabileceğini ilk defa orada fark ettim ve o rayiha… Portakal çiçeklerinin ve diğer çiçeklerin kokusu bize bir duyu cümbüşü yaşatıyordu. Bir yandan da Endülüs bülbüllerinin geceyi yırtıp kulaklarımıza ulaşan o sakin ve hüzünlü türkülerini dinliyorduk. Etrafımızda da neredeyse hiç kimse yoktu.  
Generalife ve Nasrid Sarayı
                                  

Bahçedeki bir banka oturup bütün benliğimizle bahçenin güzelliğini içimize çektik. İçeride de Müslüman mimarisinin en estetik eserleri bizi bekliyordu. Bahçeden çıkıp sarayı dolaşmaya başladık. Sütunlardaki, kemerlerdeki ve pencere kenarlarındaki mimari işlemelerin ayrıntı zenginliği ve süsleme çeşitliliği Arap mimarisinin ulaştığı en uç noktayı gözlerimizin önüne seriyordu.
Artık 2013 yılında değildik, 700 yıl geriye gitmiştik, her an Nasirilerin soyundan biri karşımıza çıkacak ve bizi sofrasına bir beyit okumaya davet edecekmiş gibi hissediyordum. Gırnata’nın eski günlerini görürüm belki diye işlemeli pencereden dışarı baktım. Uzaklarda eski bir mahalle, yaşlı ve yorgun ışığıyla El Hamra’yı seyrediyordu, sorsak belki, El Hamra’yı bize en iyi anlatacak odur. Yarın oraya gidecektik, Albayzin’e, atmaca avcıları diyarına…
***
Yine türlü türlü daracık yokuşlardan çıkıp carmenleri seyrede seyrede bir tepeye ulaştık. San Nicolas Meydanına varıp El Hamra’yı en güzel yerden görecektik fakat son sokaktan sapıp daracık sokaklardan başka bir meydana çıktık. Arkadaşımız Elena ile buluştuk, güzel bir meydanda Endülüs tapas’larından tadacaktık. Burada, zeytinden, değişik sebzelerden ve deniz ürünlerinden türlü türlü yemekler yapıyorlar. Yemekler küçük küçük porsiyonlar halinde geliyor, böylece hepsinden tatma şansınız oluyor. Burada Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi kültürleri harmanlandığından, ortaya çok ilginç yemekler çıkmış. Hepsi de birbirinden lezzetli!

AlBaysin'den Alhamra ve Granada
Yemek yedikten sonra çok ilginç başka bir tepeye çıktık. Bu tepeye Sacramonte deniyor, yani “kutsal dağ”. Rivayete göre, Hıristiyan azizlerinden biri burada gömülmüş. Kemikleri bulup Vatikan’a gönderilmiş. Tepeyi ilginç kılan özelliği, bu tepedeki mağaralarda insanların yaşıyor olması! Evet, yanlış duymanız, Avrupa’nın göbeğinde mağarada yaşayan insanlar var! İspanya’ya Afrika’nın kuzeyinden gelen ve şehir merkezinde kendine yaşam alanı bulamayan göçmenler bu mağaralarda yaşıyorlar. Üstelik şehrin en güzel manzaralarına sahipler. Turistler korktukları için bu bölgeye gelmiyorlar. Halbuki Granada’ya en büyük geliş nedenleri böyle güzel bir manzara görüp karşısında fotoğraf çekilebilmek. Garip bir yirmi birinci yüzyıl çelişkisi. Bizim yaşlarda Senegalli bir göçmen bize sıcak bir selam verdi. Evinin (mağarasının) önünde duruyordu. Nereli olduğumuzu sordu. Türkiyeli olduğumuzu söyledik. Gülümsedi. “Ben de Senegalliyim. 2002 Dünya Kupası’nda size karşı oynamıştık,” dedi. “Evet, 1-0 yenmiştik sizi.” dedim. “İlhan Mansız devirdi bizi.” dedi gülerek. Bu kadar ayrıntıyı hatırlamasın şaşırdım. Güldük. Bizi kahve içmeye davet etti. Teşekkür edip vedalaştık. Yolumuza devam ettik. Tepe yemyeşildi, sarı sarı çiçekler de yeşillerin arasından gülümsüyor gibiydiler. En tepeden Granada’yı, El Hamra’yı, Albayzin’i seyrettik. Bir zamanlar Atmaca yetiştiricileri atmacalarını bu tepelerde eğitip uçururlarmış. Albayzin de Arapçada “atmaca avcısı” anlamına geliyormuş. Şehri uzun uzun seyredip içimize çektik. Orada oturup biraz dinlendik. Sonraki durağımız El Hamra’nın üzerine kurulu olduğu tepe ile Albayzin’in üzerine kurulu olduğu tepe arasında, aşağıda, yaşayan gitanoların mahallesine uğramaktı. İspanyollar, çingenelere, gitano diyorlar. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, burada da kendilerine özgü bir yaşam sürüyorlar. Endülüs zamanındaki özgür ortamdan faydalanıp baskıdan kaçarak buraya yerleşmişler. Yine dar ve eğimli Arapça isimli sokaklardan geçip oraya ulaştık. En güzel El Hamra manzaralarından biri de bu mahalleden görünüyordu. Çok kimseyi göremedik ama bir yerlerden müzik sesi geliyordu bizi gülümseten. Doğru yerdeydik ama gitanolara özgü şeyler görebilecek kadar şanslı değildik. Akşama kadar Albayzin’in güzel sokaklarında dolaşıp mahallenin mimarisini keşfettik. Ara ara kafelerde oturup kahve içip dinlendik. Gırnata’nın bir zamanlar kurulu olduğu eski şehri son demine kadar deneyimledik. Gün batımına yakın San Nicholas Meydanı’na çıktık. Hani o enfes manzarayı seyredeceğimiz yer… Seyir terasında güzel bir yer kaptık. Anlaşılan buranın sırrını bizden başkaları da biliyordu. Oturup insan elinin üretebileceği en güzel eserlerden birini, El Hamra’yı, seyre daldık. Artık sadece doğanın El Hamra üzerinde şovunu yapmasını bekliyorduk. Güneş batarken etrafı bir kızıllık kapladı ve bu kızıllık El Hamra’nın kızıllığı ile birleşti. Bin Bir Gece Masalları’nın hepsi sanki şişeden çıkmışlardı. Arap kültürünün bu harika eseri, bugüne kadar üretilmiş bütün emeği gizliyor ve bu gizeme, doğanın büyüsü eşlik ediyordu.  Bir raks başlamıştı, insan emeğinin doğayla, ışığın karanlıkla, göğün yerle, iyinin kötüyle raksı… Bu sırada Yahya Kemal’in dizeleri parça tezahür ediyordu: “Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı...”  (…) “Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır” (…) “Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi; Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi...”
Mirador'dan ElHamra

             













24 Temmuz 2013 Çarşamba

12. Kaş - Antalya


24 gündür Kaş’tayız, sadece bir haftacık daha bu güzel şehirdeyiz. Arkasını Toroslara, yüzünü denize ve Yunan adalarına dönmüş güzel bir ev kiraladık. Gündüz çeviri yapıp yedi gibi evden çıkıyoruz, ya denize gidip yüzüyoruz ya da şehrin merkezinde keyifle dolaşıyoruz.
Kaş sanki tam benim için yaratılmış! Antalya’daki herhangi bir sahil şehrinin bütün özelliklerine sahip. Çok güzel bir denizi var, yeşilliği var, adaları var, dağları var, Antalya’nın her şeyine sahip, tek bir farkla... Hiç kalabalık değil! Sanırım buraya ulaşım biraz zor diye çok fazla insan gelmiyor. Ayrıca dağla deniz birbirine çok yakın olduğundan abartılı resort oteller buraya gelememiş, bunun neticesinde aşırı zengin turistler ve onlara yönelik aşırı abartılı eğlence anlayışları burada yok. O yüzden burası orta sınıf tatilcilere kalmış; şehrin büyük kısmında küçük oteller, pansiyonlar var; zaten şehir minicik, on dakikada bir ucundan öteki ucuna yürüyebiliyorsunuz.

***
Kaş’ın hemen karşısında Yunanistan’a ait Meis Adası var. “Meis” Yunancada “göz” demekmiş, geçmişte herhalde bir “Kaş-Göz” ilişkisi kurulmuş bu ikili arasında. Yüksek bir yerden adaya doğru bakınca bu benzetmenin ne kadar doğru olduğunu anlıyorsunuz.
***
Kaş’a aşk şehri diyorlar. Zaten “kaş” kelimesinin harflerini bir karıştır, “aşk” oluyor J Gerçekten öyle galiba, dün şehir merkezinde yürürken şöyle bir çevreme baktım metrekareye en az 3 çift düşüyor! Şehrin dar sokakları, morlu beyazlı begonvilleri, misler gibi kokan yaseminleriyle eski evleri, bu evlerin alt katlarına serpişmiş şirin Yunanvari kafeler, bu kafelerin rengarenk kapıları ve sandalyeleri insana huzurlu bir sevgi ortamı sunuyor. Şehir küçük dedim ya, ikinci üçüncü günden sonra sanki bütün şehri tanımaya başlıyorsunuz. Şehrin bir parçası oluyorsunuz. Kendimi şimdiye kadar hiç turist gibi hissetmedim. Şehrin neredeyse tamamı Gezi Parkı direnişini destekleniyor. Nereden mi anladım? Bütün kafelerde "Diren Gezi Parkı, Kaş Seninle" yazılı bir afiş asılmış.

***
Teke Yarımadası’nın geri kalanı gibi burası da biraz zamanlar Lidya devletine ev sahipliği yapmış. Şehrin her tarafına koyulmuş soylu mezarları, bize şehrin geçmişini ve de ölümün yakınlığını gösteriyor. Rivayete göre Lidyalılar ölümden korkmadıklarını göstermek için mezarlarını gündelik hayatın hemen içine, çarşıya, pazara, parka vs. koyarlarmış. Garip bir gelenek... Şehirde bulunan bir diğer eski yapı Antiphellos isimli amfitiyatro. Denize doğru çıkıntı yapan burnun anakaraya yaklaştığı yerde bulunuyor ve tam olarak Meis Adası’na bakıyor. Çevresi zeytin ağaçlarıyla dolu. En üst katına çıktığınızda, karşısına harika bir deniz manzarası çıkıyor, zeytin ağaçlarının uzayıp bittiği yerde Toroslar başlıyor; birden kendinizi Antik Çağ’da hissedebiliyorsunuz. Zeytin demişken... Güzel ve zarif zeytin ağaçları herhalde bu güzel şehrin sahipleri... Şehrin dört bir yanındalar, evlerin bahçelerinde, sokaklarda, dağlık alanlarda, deniz kenarında... Bu zarif ağaçlara baktığımda önlerinde saygıyla eğilesim geliyor... Muhtemelen şu an şehirde dolaşan bütün insanlardan daha yaşlılar... Aralarında ta Lidyalıları görenler bile vardır muhakkak... Lakin tek dertleri yeni zeytinler vermekmiş gibi öylece duruyorlar ve denizden esen meltemin esintisiyle hafif sallanıyorlar... Üç gündür dolunay var ve dolunayın ışığı altında ilahi bir güzelliğe bürünüyorlar... Kaş’a bir dolunay vakti gelip Antiphellos’a çıkıp denize, dağlara ve güzel zeytin ağaçlarına bakıp belki tarihin belki coğrafyanın belki doğanın kalbine dalmalısın dost. Beni bırakın sabaha kadar zeytin hikayesi anlatırım J
Antiphellos'tan
***
Kaş’ın bir güzel özelliği Patara’ya, Fethiye’ye, Kaputaş’a, Olimpos’a, Kekova’ya yakın olması. Üstelik Kaş, dalma, yamaç paraşütü gibi sporların yapılabildiği, güzel turlara çıkılabilen bir şehir. Biz Saklıkent Kanyonu turuna katıldık, safarivari bir tur. Yapmak isteyenler için ayrıntılarını yazayım, sabah 10’da yola çıkıp Üzümlü Köyü’ne gittik, orada bir çay içtik, safari jiplerinde su savaşı yapılacağı söylendi, içi su doldurulmuş  balon satan çocuklardan balon dolu bir poşet aldık, her biri 12 kişiden oluşan 4 jip vardı, biz başta pek gönüllü değildik, balon alma konusunda ama yola çıkıp da savaş başladığında, keşke daha alsaydık diye hayıflandık, eğlencili bir aktivite oldu. Sonrada Saklıkent kanyonuna gittik, bu gibi sudan geçip kanyon boyunca trekking yaptık; kanyonun içinde yürümek keyifliydi. Sonrasında tura dahil olan yemeği yedik (açık büfe meze artı balık veya tavuk) içinden nehir geçen bir restoranta. Ardından Xanthos antik kentine gittik, sonrasında Patara Plajı ile Kaputaş plajını ziyaret ettik. Antalya’daki güzelliklerin çeşitliliğini takdir etme şansı bulduk J Patara plajı sıcak, kumlu ve sığken kanyonun denizle buluştuğu bir noktada bulunan Kaputaş plajı soğuk, taşlı ve derindi. Kaputaş plajına falez gibi bir yerden uzun bir merdivenle iniliyor, yukarıdan harika bir manzarası var. İki yüzüşten sonra Kaputaş’ın üst kısmındaki köprünün orda durup gün batarken karpuz yedik. Bu turun ücreti 60 tl idi. Bizim yapmadığımız ama sizin yapabileceğiniz bazı turlar hakkında da bilgi vereyim dostlar. Denizden Kekova turu en çok övülen tur. Deniz kenarındaki tarihi kalıntılar görülebiliyor ve bazı güzel yerlerde yüzülebiliyor, öğle yemeği dahil küçük teknelerde 60, büyük teknelerde 45 TL. Dalma 35 Euro. Yamaç paraşütü de 200 TL. [Yamaç paraşütünü yapmak içimde kaldı. Bana baya pahalı geldiği için başka zamana kaldı J Yapmak istediğim her şeyi de yapmayayım zaten, yaşamının bir anlamı kalsın ;)]   Genelde fiyatlar standart. Ayak üstü şehrin tanıtımını yaptım resmen. Ha bir de yeşil pasaportu ya da Schengen’i olanlar için Meis Adası’na gitme şansı var. O da 60 TL. Bu arada evdeki radyolar ilginç şekilde sadece Yunan radyolarını çekiyor. Kahvaltı ederken her gün Yunan müzikleri dinliyoruz. Çok keyifli oluyor, hatta frekans da vereyim 104.3. Güzel müzikler çalıyor. Arada Türkçesi de olan bazı şarkılara denk geliyoruz. Yunanlarla ortak bir şeyler paylaşmaktan çok keyif alıyorum J Keşke şu burnumuzun dibindeki Meis’e vizesiz gidebileydik.
Kafelerden herhangi birini övmeyeceğim, hepsi güzel hepsine gidebilirsiniz. İyi sebze meyve yemek isterseniz, Cuma günü kurulan semt pazarına gidin, biliyorsunuz Türkiye’de en güzel sebze meyve Antalya’dan çıkar. Sakın marketlerdekinden almayın, cumayı bekleyin ;)

***

Ben bu şehri çok sevdim arkadaş! Sokaklarını, sükunetini, denizini, doğasını, dost alakargaları, arada bir evin yanından geçip giden arap bülbüllerini, gün boyu dağdan süzülme oyunu oynayan kumruları, masmavi denizi, begonvillerin morunu, yaseminlerin kokusunu, zeytinin yeşilini, Toros’un heybetini, yakamozlarının davetkarlığını... Kaş’a aşk ve Kaş’ta aşk başka...